-

| 0 yorum ]

Türkiye’nin sol kanattaki en eski partisi Türkiye Komünist Partisi’dir. Yaklaşık 50 yıldır yasaklanmış olmasına rağmen,Türkiye’de hala küçük bir taraftara sahiptir. Ancak Stalin dönemindeki olaylardan ve Macaristan bağımsızlık mücadelesinin 1956’da bastırılmasından sonra itibarı düşmüştür. Sol kanadın yasal partisi ise, 13 Şubat 1961’de kurulan Türkiye İsçi Partisi olmuştur. Türkiye İşçi Partisi o günkü siyasal ve hukuksal düzen içinde kurulmuştur ve aynı zamanda mecliste de bir işlev sahibidir.

Toplumdaki kapitalist gelişmeler sonucunda ortaya çıkan işçi sınıfı bu partinin oy kaynağı olarak kabul edilmiştir.
1961 anayasasının sağladığı temel hak ve özgürlükler çerçevesinde sosyalist düşünceyi ifade etmek amacıyla dergiler çıkarılmaya başlanmıştır. Bunlardan ilki Yön Dergisi’dir. Bu dergi yayın yaşamını durdurduktan sonra yerini Devrim Dergisi almış ve bu iki dergi çevresinde oluşan gruba göre; Türkiye’de işçi sınıfı bir sosyalist hareket yaratacak kadar gelişme gösterememiştir. Bu yüzden iktidara gelmek için en kısa yol olarak toplum içindeki güçlü gruplardan biri olan askerler ile birliktelik düşünülmüştür. Yani bu dergiler çevresinde oluşan grubun iktidara gelebilmek için inandığı yöntem, askeri bir harekettir. Ancak bu düşüncelerini hiçbir zaman açıkça belirtmemişlerdir. Diğer bir grup ise Milli Demokratik Devrimciler adı verilen bir gruptur. Bunlara göre; Amerikan emperyalizmine karşı milli, derebeyliğe karşı da demokratik devrimler gerçekleştirmek gereklidir. Bu grup 1968 yılında Dev-Genç adı ile bilinen devrimci gençlik örgütünü oluşturmuştur. Türkiye İşçi Partisi içindeki bu gruplar, hem birbirleri ile hem CHP ve bazı aydın kesimle hem de sağcı gruplar ve bunların taraftarları ile sürekli çatışma içinde olmuşlardır. 1965 ve 1969 seçimlerinde de çok düşük bir oy oranına sahip olmuşlardır.
Sağ kanat partilerinden Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin Türk siyasal yaşamında büyük rol oynamasına, 1965’de bu partiye katılan Alparslan Türkeş neden olmuştur. Albay Alparslan Türkeş Türkiye’ye geri döndükten sonra siyasete girme niyetini açıklamış ve 1964 de kendi partisini kurma girişiminde bulunmuştur. Fakat bu girişimi başarılı olamamış, 27 Mayıs 1960 askeri hareketinden sonra Milli Birlik Komitesi’nden atılan on dörtlerin onu ile birlikte CKMP ‘ye katılmıştır. Kısa bir süre sonra partinin genel başkanı seçilerek eski lider kadrosunu değiştirmiş ve bu partinin programını aşırı milliyetçi bir şekilde düzenlemiştir. 1969’da partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirmiştir. Alparslan Türkeş 1969 seçimleri için yapılan hazırlıklarda laiklik düşüncesinden ayrılarak dini, Türk ulusal mirasının bir parçası olarak vurgulamaya başlamış ve bu şekilde daha çok oy toplayabileceğini düşünmüştür.

1969 yılında ise AP’den kopmalar olmuştur. Necmettin Erbakan AP’ni büyük sermayeye, özellikle de yabancı sermayeye bağımlı olmakla suçlamış ve aynı yıl AP’den ayrılmıştır. Erbakan’ın küçük iş adamlarını savunmasının yanında dinsel bir havası da bulunmaktadır. AP’den ayrılan Erbakan, 1969 seçimlerinde Konya’dan bağımsız milletvekili olarak meclise girmiştir. 1970’de de Milli Nizam Partisi’ni kurmuştur. Böylece MHP ve MNP Demirel’in iktidarına karşın birer tehdit unsuru oluşturmaya başlamışlardı

| 0 yorum ]

13 Eylül’de siyaset yasağı kaldırılınca, yapılacak olan seçimler için yeni partiler kurulmaya başlamıştır. Bu dönemde yaklaşık 11 yeni parti kurulmuştur. Bunların çoğu kısa ömürlü olmuştur. Bu partilerden emekli general Ragıp Gümüşpala’nın başkanlık ettiği Adalet Partisi, hem taraftarları hem de rakipleri tarafından Demokrat Parti’nin devamı niteliğinde görülmüştür.
Yeni seçimler 15 Ekim 1961 tarihinde yapılmıştır. Ancak seçim sistemi değiştirildiğinden seçime katılan partiler tek başlarına iktidar olacak kadar oy toplayamamışlardır. Adalet Partisi seçimlerden %34.8 oranında oy toplamıştır. CPH ise AP’nin biraz üstünde %36.7 oranında oy alabilmiştir. Diğer partilere gelince,Yeni Türkiye Partisi %13.9, Muhafazakar Cumhuriyetci Köylü Partisi %13.4 oranında oy toplamıştır. Eski Demokrat Parti’nin varisleri olarak sayılan bu partiler bir bütün olarak düşünüldüğünde, hala ülkede büyük bir çoğunluğu sahiptirler. Bu durum 1961 Anayasası için yapılan halk oylamasında da ortaya çıkmış,1961 Anayasası 11 vilayette red oyu almıştır.
Yeni meclis, Cemal Gürsel’i Cumhurbaşkanı seçmiş, Cumhurbaşkanı da İsmet İnönü’yü hükümeti kurmakla görevlendirmiştir. İlk koalisyon hükümeti ise, 20 Kasım 1961 tarihinde CHP ile AP arasında yapılmıştır. Yeni meclis kurulmadan önce Silahlı Kuvvetler içerisindeki bir grup subay aralarında bir protokol imzalayarak askeri bir darbe yapmaya karar vermişler ancak o dönemde hem askeri bir darbeyi gerektiren durum olmadığından hem de Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın bu düşünceyi desteklemediğinden dolayı gerçekleşmemiştir.
Bunların aralarında imzaladıkları protokolde şu konular yer almaktaydı: Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçilecek, ordudan ve üniversitelerden emekliye ayrılanlar görevlerine dönemeyecekler, DP’nin hüküm giyen üyeleri bağışlanmayacaklardı. Bu isteklerden bir kısmının benimsenmesine rağmen, askeri darbe düşüncesinde olan bu subaylar niyetlerinden vazgeçmemişler, aralarında 10 Şubat 1962’de bir protokol daha imzalayarak şu kararları almışlardır; asker ve sivillerden oluşan bir güvenlik konseyi oluşturulacak ve bu konsey yasama yetkisini yürüttüğü gibi, hükümeti oluşturacak kişileri de belirleyecektir. Bu düşünceler Türk Silahlı Kuvvetleri tarafında da tepki ile karşılanmış ve Talat Aydemir’in 22 Şubat 1961’deki darbe girişimi hemen bastırılmıştır.
Bu sırada CHP ve AP ortak hükümetinin arasında uyuşmazlıklar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu uyuşmazlıkların temelini ise, bu iki parti arasındaki toplumsal ve ekonomik ayrılıklar oluşturmaktadır. Bu nedenle CHP ve AP koalisyonu sadece 6 ay kadar sürmüştür.
İkinci ortak hükümet yine CHP başkanlığında gerçekleştirilmiştir. 25 Haziran 1962’de kurulan koalisyon hükümeti, Türkiye Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Bağımsızlar arasında kurulmuştur. Bu koalisyon hükümeti zamanında eski DP’lilerin bir kısmı bağışlanmıştır. Yine bu dönemde işçi hakları ve ilk beş yıllık kalkınma planı da kabul edilmiştir. Talat Aydemir’in ikinci darbe girişimi de bu hükümet zamanında bastırılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin de desteklemediği bu darbe girişimi sonucunda, Talat Aydemir 5 Temmuz 1964 tarihinde idam edilmiştir.
Kasım 1963 de yapılan belediye seçimlerinde koalisyon partileri AP karşısında çok kötü sonuçlar almışlardır. Hükümet ortakları bu sonucu, CHP ile ortaklıklarına bağlayarak koalisyondan ayrılmışlardır. Böylece 2 Aralık 1963’de ikinci koalisyon da bozularak hükümet görevden ayrılmıştır.


25 Aralık 1963’de kurulan üçüncü koalisyon hükümeti de CHP ile Bağımsızlar arasında kurulmuştur. Bu koalisyon hükümetinin çabuk kurulmasının nedeni, o döneminin en önemli olayı olan Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasıdır. Bu sorundan dolayı Yeni Türkiye Partisi de 3. koalisyon hükümetinin kurulmasını dışardan destekleyerek, ilerdeki seçimlerde yeterli oyu toplayabilmeyi amaçlamıştır. Fakat durum düşündüğü gibi olmamış, partinin sağ kanadını oluşturan üyeler partiden ayrılmışlardır. Bu hükümetinde öncekiler gibi zayıf bir koalisyon olmasına karşın, özellikle 1964’de Kıbrıs sorununun artması üzerine 13 Şubat 1965’e kadar iktidarda kalabilmiştir. Bu koalisyon hükümeti döneminde 1961’den beri sürekli güçlenen Adalet Partisi’ne karşı önlemler alınmaya çalışılmış, bunun için seçim sisteminde bir takım değişiklikler yapılmıştır. Yeni seçim sisteminde milli bakiye yani ulusal artık yöntemi getirilerek, Türk siyasal yaşamını iki partinin egemenliğinden kurtarmak amaçlanmıştır. Bu sistem sayesinde küçük partilerin gelişmesine de olanak verilmiştir. Yani kullanılan her oy değerlendirilerek ülke genelinde bir partinin aldığı artık oyların sayısı belli bir düzeye eriştiği zaman o partiye bir milletvekili sağlanabilecektir.
Kıbrıs sorunu yüzünden bir süre sessiz kalan AP, bu bunalım geçince koalisyonu bozmak için harekete geçmiş diğer partileri de etkileyerek hükümetin 1965 bütçesinin meclisten geri dönmesine neden olmuştur. Bunun üzerine İsmet İnönü istifa etmiştir. Bu sırada AP genel başkanı Ragıp Gümüşpala’nın ani ölümü üzerine parti içerisinde karışıklıklar çıkarak, 27 Mayıs hareketine karşı eleştiriler yapılmaya başlanmıştır. Bunun üzerine Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, AP’ne sert bir uyarıda bulunmuş, bu uyarıdan sonra parti içerisindeki ılımlı grup 44 yaşındaki inşaat mühendisi Süleyman Demirel’i genel başkanlığa getirmiştir. Demirel, Menderes zamanında Su İşleri Genel Müdürlüğü yapmış, 1960 sonrasında özel kesimde de başarılar sağlamıştır.
Üçüncü İsmet İnönü Hükümetinin istifa etmesi üzerine ülkeyi Ekim’de yapılacak seçimlere kadar eski diplomat ve bağımsız milletvekili Suat Hayri Ürgüplü’nün başkanlığında dört sağ kanat partisi arasında kurulan bir hükümet yönetmiştir. 10 Ekim 1965’de yapılan genel seçimleri tek başına hükümet kurmasını sağlayacak şekilde oy toplayan AP kazanmıştır. AP bu seçimlerde eski DP’lilerin bütün oylarını kendine çekmeyi başarmıştır. Bu oyları toplayabilmek için, sürekli olarak Milli Birlik Komitesi ve 1961 anayasasına karşı eleştirilerde bulunmuş, bu eleştiriler sayesinde de özellikle kırsal kesimdeki oyların büyük çoğunluğunu almıştır. CHP bu geçiş döneminde demokrasiyi korumak amacıyla sivil hükümetlerin de ülkeyi sorunsuz bir şekilde göstermek için büyük bir çaba harcamıştır. Ancak halk güçsüz koalisyon hükümetlerinden bıktığından, AP bu durumu kendi lehine kullanmayı başarmıştır.
AP, hükümeti kurduktan sonra çoğunluğun yetkisini sınırlayan önlemlerden rahatsız olmaya başlamıştır. Demirel siyasette yeni biri olduğundan eski DP’lilerin gözünde geçici bir lider olarak görülmektedir.Gerçek liderlerinin mahkumiyetten kurtulunca tekrar AP’nin başına geçeceğini düşünmekteydiler. Demirel bu yüzden hükümeti ve partiyi bir arada tutmak için büyük bir çaba harcamış ve 1960 yılları boyunca istediğini de başarmıştır.
Demirel döneminde, kapitalizme dönük karma ekonomi izlenerek bu dönemde ekonomik sağlanmıştır. Ancak bu arada sınıflar arası ayrılıklar daha da belirginleşmeye başlamıştır. Gelişmeye başlayan sol hareketi yıpratma kampanyaları başlatılmış ve CHP içinde ortaya çıkan ortanın solu eğiliminden sonra partiden 48 kadar milletvekili ayrılmıştır. Bunlar Turhan Fevzioğlu’nun liderliğinde 12 Mayıs 1967’de Güven Parti’sini kurmuşlardır. Mecliste sol görüşü benimsemiş olan bir başka parti daha vardır. Bu parti 13 Şubat 1961 anayasasının temel hak ve özgürlükleri güvence alması ile sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İsçi Parti’sidir. Bu partinin en etkin kişisi ise hukukçu ve öğretim üyesi olan Mehmet Ali Aybar’dır. Bu partiye 27 Mayıs hareketinden önce kurulan Sosyalist Parti de katılmış ve bunlar 1965 seçimlerine katılarak 14 milletvekilliği kazanmışlardır. Özellikle ekonomik düşünceleri ile mecliste tutarlı sol görüşlerin temsilcisi olmuşlardır. Bunlara göre; kapitalist olmayan bir kalkınma yöntemi önerilmiş, yani hem özel kesimin destekleneceği hem de bazı ekonomik etkinliklerin karma ekonomi düzeni içinde özel girişime bırakılacağı belirtilmiştir

Sol kanattaki gelişmeler ve sol görüşlerin halk tarafından da kabul edilmeye başlaması, sağ kanat partilerini özellikle de iktidar partisi AP’yi büyük ölçüde tedirgin etmiş, bu yüzden sol örgüt ve kişiler üzerindeki baskıları artırmışlardır. Ayrıca bu dönemde sağ kanadın komünizme karşı yaptığı propagandalar sonucunda, komünizm ile mücadele dernekleri kurulmuştur. 1968 yılında ve sonrasında yetersiz eğitim imkanlarına, işsizlik tehlikelisine, Amerikan emparyalizmine ve AP iktidarına karşı gösteriler gittikçe çoğalmıştır. Bütün bu olaylar karşısında AP iktidarı, anayasayı hükümetin yetkisini artıracak şekilde değiştirmek için girişimlere başlamıştır. Bu arada siyasal yaşamda gerginlik daha da artarak hükümet seçim yasasındaki ulusal artık sistemini, sol kanattaki partilerden tepki gelmesine rağmen kaldırmıştır. 1969’daki genel seçimlerde AP oyların yarıdan azını almış, fakat meclisteki milletvekili sayısının çoğunluğunu kazanmıştır.
1969 seçimleri kırsal kesimde AP’ne olan desteğin hala devam ettiğini göstermiştir. Ancak AP anayasada istediği değişiklikleri yapabilmek için gerekli olan 3/2 çoğunluğu sağlayamamıştır. Seçim sonucunda istediği çoğunluğa erişemeyen ve istediği değişiklikleri yapamayan hükümet, sol hareketi sağcıların tepkileri ile dengelemeye çalışmıştır. Siyasal yaşamda görülen bu hareketlere önlem almayan hükümet, sanki bu hareketleri destekliyor havasına bürünmüştür. Ayrıca ortanın solu sloganı AP taraftarlarına sol partilere karsı şiddet kullanma olanağı vermiştir. Bütün bunların sonucunda Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Mart 1971’de bir kez daha siyasal yaşama el koymak zorunda kalmıştır.

| 0 yorum ]

1961 Anayasası 1924 Anayasasından belirgin bir şekilde farklıdır. Yeni anayasada demokrasiyi korumak için yeni kurumlar getirilmiştir.Buradaki amaç, Demokrat Parti ve ondan önceki iktidar sahibi CHP’nin sahip olduğu türden iktidar tekelini engellemektir.Mecliste, çoğunluğa sahip olan bir partinin bu çoğunluğu demokratik olmayan uygulamalar için kullanmasını engellemek için, meclis ve hükümetin yetkilerine ortak kurumlar oluşturulmuştur. Bunlardan bir tanesi “Cumhuriyet Senatosu” adı altındaki meclistir.Bu şekilde yasaların her iki meclisten de geçmesi amaçlanmış hem de MBK üyelerinin hukuksal ve siyasal durumları da çözüme kavuşmuştur. Artık yaşamları boyunca senato üyeliğine, cumhurbaşkanı tarafından atanabileceklerdi.Diğerleri ise seçimle üye olabileceklerdi.Bu iki meclis, Büyük Millet Meclisi’ni oluşturacaktı. Bu meclisin dışında, yeni anayasanın temel hak ve özgürlüklerini korumak için birde Anayasa Mahkemesi kurulmuştur.
Yeni anayasa ile birlikte orduya ilk kez anayasal bir rol verilmiştir. Aralık 1962’de de anayasanın 111.maddesine göre yasanın gerekli gördüğü bakanlar, Genelkurmay başkanı ve Silahlı Kuvvetler temsilcilerinden oluşan Milli Güvenlik Kurulu kuruldu. Bu kurulun görevi, ulusal güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonunda bakanlar kuruluna yardımcı olmaktır.

Yeni anayasada diğer önemli bir nokta da, kişisel hakların hem ekonomik hem de toplumsal açıdan güvence altına alınmasıdır. Üniversitelere ve basına özerklik getirilmiştir. 1961 Anayasası ile ekonomik açıdan da sorumlu ve görevli bir devlet kavramı geliştirilmiş, yani kapitalizme dönük liberal devlet anlayışı yerine sosyal devlet anlayışı getirilmiştir.
1961 Anayasası ile seçim sisteminde de bir değişiklik yapılarak, çoğunluğun baskısı önlenmeye çalışılmıştır. Yeni sisteme göre, seçim yasasında çoğunluk sisteminden nispi temsil sistemine geçilerek, bir partinin aldığı oyların oranından daha büyük bir oranla mecliste temsil edilebilme olanağı ortadan kaldırılmıştır.

| 0 yorum ]

Ana hatları 24 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920’de incelenmek üzere Osmanlı Hükümeti’ne verilmişti. Antlaşması’nın kabulünü kolaylaştırmak ve Sevr hükümlerini uygulamak üzere, İtilaf Devletleri’nin teşvik ve desteği ile Yunan ordusu da 23 Haziran 1920’de Anadolu’da ve Trakya’da saldırıya geçti. Bursa’nın, Balıkesir’in, Uşak’ın ve Nazilli’nin ardarda işgali ile Sevr’in uygulanmasını sağlamak ve Antlaşma maddelerinde herhangi bir değişikliğe meydan vermemek bu saldırıda esas amaç olmuştu.
Sultan Vahdettin’in başkanlığında toplanan Şura-yı Saltanat 22 Temmuz 1920’de “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih edilmeğe değer” görerek bu antlaşmanın onanmasına karar vermiştir. Tevfik Paşa’nın, Türk topraklarını parçalayan, milli şeref ve haysiyetle bağdaşmayan bu antlaşmayı imzalamaması üzerine Damat Ferit Paşa tarafından görevlendirilen Reşat Halis Bey, Hadi Paşa ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey Sevr Antlaşmasını 10 Ağustos 1920’de imzaladılar. Sevr Antlaşması’na göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk ulusu de yasama hakkından yoksun bırakılıyordu:


Rumeli sınırımız aşağıda yukarı İstanbul vilayetinin sınır olarak tayin olunuyordu. Batı Anadolu (İzmir ve havalisi) Yunanlıları verilecekti. Güney sınırı ise, Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos dağları ve Osmaniye’nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa’ya bırakmakta idi. Doğuda Bayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı. Bunun dışında, Türkiye’ye bırakılan topraklar nüfus bölgelerine ayrılmakta; İtalyanlar Antalya ve Konya, Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde, İngilizler de Irak’ın kuzey kısmında nüfus bölgeleri kuruyorlardı. İstanbul’da ise hükümet ve padişah oturacak; fakat İstanbul uluslararası bir şehir olacak; Boğazlar’da ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı, Türklere bırakılan bölge, egemenlik hakkı en ağır şekilde sınırlanmış bir şekilde Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi. Sevr’e göre, memleket dahilinde bulunan azınlık, Türklerden daha fazla haklara sahip oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda bulunuyordu. Osmanlı uyruğundan çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk uyruğuna da giremeyecekti.

Devletin askeri kuvveti, her bakımdan sınırlanarak en çok 50.700 kişi olacak; Tank, ağır top, uçak bulunmayacaktı. Askerlik de gönüllü olacak, donanma ise 7 gambot ve 6 torpidodan ibaret olup, donanmada denizaltı da bulunmayacaktı. Diğer taraftan mali ve ekonomik hükümler, Osmanlı Hükümeti ile Meclisin yetkilerini hiçe saydıracak şekilde sınırlayıcı ve yük getirci içerikte olup, Osmanlı Devletini İtilaf Devletlerinin ortak sömürgesi haline getiriyordu. İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerinin temsilcilerinden kurulu Mali Komisyon, Osmanlı devletinin gelir ve giderlerini düzenlemekte ve devletin yetkilerini devletlik sıfatı ile bağdaştırılmayacak şekilde bağlamakta idi. Ayrıca Ermenistan ve Özerk Kürdistan devletlerinin kurulması kararlaştırıldı. Ayrıca, Trakya ve Batı Anadolu Yunanistan’a bırakılıyordu.

Sevr Antlaşması’nın Osmanlı Hükümeti’nce imzalanması, Anadolu’daki milli mücadele kararlılığını güçlendirmiş, halkın İstanbul Hükümeti’nden ümitlerini kesmesine neden olmuştur. Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920 tarihli toplantısında, Sevr Antlaşması’nı imzalayan ve bunu onaylayan Şura-yı Saltanat’ta bulunanların vatan hainliğiyle itham olunarak vatansız sayılmaları kararını aldı. Aynı zamanda Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu antlaşma ile kendini hiç bir surette bağlı görmediğini de duyurdu.
Sevr Anlaşması’nın ölü doğmuş bir anlaşma olduğu ve Türkiye’nin kendi kaderini tayin ederken Sevr’i nasıl hükümsüz kıldığı ileride ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

| 0 yorum ]

I. Dünya Savaşı'nın Silahlı Çatışmalarını Bitiren Ateşkes Antlaşmaları

-Bulgaristan ile Selanik Ateşkes Antlaşması (29 Eylül 1918)

-Osmanlı Devleti ile Mondros Ateşkes Antlaş¬ması (30 Ekim 1918)

-Avusturya - Macaristan ile Villaguiste Ateş¬kes Antlaşması (3 Kasım 1918)

-Almanya ile Rethandes Ateşkes Antlaşması (11 Kasım 1918)

| 0 yorum ]

18. yüzyılın ikinci yarısıyla 19. yüzyılın ilk yılları arasında bir seri buluşun, enerji, tekstil, demir, çelik ve ulaştırma üretimlerini etkilemek yoluyla İngiltere'nin üretim karakterinde meydana getirdiği yapısal değişmedir. Kesin tarih vermek mümkün olmamakla beraber 1760 ile 1829 arasındaki dönemi kapsadığı kabul edilmektedir.

1769 tarihine kadar olan dönemde, ekonomik faaliyet, iki ana akım üzerinde toplanmış bulunmaktaydı: Tarım ve ticaret. Bu tarihe kadar iktisadi hayatın ana faktörleri, köylü, tüccar, lonca mensubu gibi kimselerdi. Fabrika işçisi yoktu. Sanayi kapitalisti de iktisat sahnesine çıkmış değildi. Zenginlerin çoğu servetini bir şey imal etmekle değil, ticaret, nakliyat ya da borç para vermekle yapmışlardı.

Sanayi Devrimi'nin Kara Avrupası'nda değil de İngiltere'de başlamasının nedenlerini anlayabilmek için İngiltere'yi Avrupa'nın birçok ülkesinden ayıran farkları incelemeliyiz. Bunlardan birincisi, İngiltere'nin bu ülkelere göre daha zengin oluşudur. Bir yüzyıl süren keşifler, esir ticareti, korsanlık, ticaret ve savaşlar, İngiltere'yi dünyanın en zengin devleti haline getirmiştir. İngiltere'deki zenginlik, yalnız asillerin elinde değildi; ortanın üstünde geniş bir ticaret burjuvazisine yayılmış bulunmaktaydı.

İkincisi, İngiltere, feodal toplumdan ticari topluma başarılı bir geçişe sahne oldu. Toprağa dayanan eski kuvvetle, paraya dayanan yeni kuvvet arasında çıkar çatışmaları olmasına karşılık, İngiltere'yi yönetenler, piyasa ekonomisine karşı çıkmak yerine, oradan gelen taleplere uyma yolunu seçmişlerdi.

Üçüncüsü, İngiltere'nin fen ve mühendislik alanındaki çalışmaların en büyük destek ve teşvik bulduğu yer olmasıdır. Bunlardan başka, kömür ve demir yataklarının zenginliği, icatları tespit eden ve koruyan milli bir patent sisteminin kurulmuş olması gibi nedenler de sayılabilir. Ancak bütün bu faktörleri harekete geçiren, bir grup yeni insanın iktisat sahnesine çıkmasıydı. Yeni insanlar her şeyden önce müteşebbisti.

Sanayi Devrimi'nin etkileri, üretimi arttırması ve uzun dönemde iktisadi refahı geliştirmesidir. Sanayi Devrimi, fiziki sermayenin genişlemesine ve emek verimliliğinin geniş çapta artmasına yol açan bir süreçti.

| 0 yorum ]

Almanya'da Nazi İktidarı:
Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Almanya, daha savaşın son¬larında büyük iç sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. Bu arada, 1918 Kasım ayı başlarında askeri bir ayaklanma olmuş, 9 Kasım 1918’de İm¬paratorluğa son verilerek, Cumhuriyet ilan edilmiş ve 11 Kasımda da mütareke imzalanmıştı. Bundan sonra Almanya'daki iç karışıklıklar daha da çoğalmıştı. Grevler, ayaklanmalar sürüyordu. Böylece Alman¬ya, iç politika ve ekonomik yönlerden tam bir kargaşa ve çöküntü içine düşmüştü. Ülke bu durumda iken, 28 Haziran 1919'da, Versailles Antlaşması imzalandı. Bunun getirdiği ağır koşullar, Almanya'nın iç düze¬nindeki bunalımı daha da çoğalttı. Bu Antlaşma, sağ ve soldaki bütün Alman kamuoyu tarafından tepkiyle karşılandı. Ülkede bu gelişmeler sürerken de, 11 Ağustos 1919'da, Weimar Anayasası ilan edildi.
Almanya'da Cumhuriyetin ilk yıllarında sol akım güçlüydü. Ancak. özellikle Versailles Antlaşmasının meydana getirdiği tepki, Cumhuri¬yetin iç ve dış politikadaki başarısızlıkları, ekonomik durumun bozuk¬luğu, işsizlik sorunu ve huzursuzluğun gittikçe çoğalması, sağ akımın güçlenmesine neden oldu. Bu arada Fransızlar da, 1923 yılında, Alman¬ların savaş tazminatı ödemeyişlerini bahane ederek Rhur bölgesini işgal ettiler. Bu da Versailles Antlaşmasına duyulan tepkiyi daha çoğalttı. İşte Almanya böyle bir ortamda bulunurken, Nasyonal - Sosyalist Parti (Nazi Partisi) iktidara geldi. Bundan sonraki gelişmeler ise, İkinci Dün¬ya Savaşı'nın çıkmasına yol açan önemli nedenleri ortaya çıkardı.

Nazi Partisi'nin başlangıcını, 1918'de Münih'te kurulmuş olan Al¬man İşçi Partisi teşkil eder. 1919 yılında Adolf Hitler'in üye olması ve liderliğini ele alması bu partiyi kısa zamanda geliştirdi. Parti, 1920'de Nasyonal - Sosyalist Alman İşçi Partisi adını aldı. Almanların o tarihlerdeki duygularından yararlanan Hitler, aşırı sağcı ucu temsil ederek, örgütlenmeye ve taraftar kazanmaya başladı. İşsizliğe çare bulunacağını vaat ederek ve Yahudi düşmanlığını körükleyerek güçlenmekte devam etti. Bu sıralarda, Versailles Antlaşması'nın Alman bütçesine yüklediği savaş tazminatı, ülkenin ekonomik durumunu daha da fenalaştırdığından, bu Antlaşma, diğer getirdikleriyle birlikte şimşekleri üzerine çekmekte devam ediyordu. Nazi Partisi ise, başlangıçtan beri Versailles Antlaşması'nın karşısında olup bunun kaldırılmasını istiyordu ve bu yön¬den de propagandasını sürdürüyordu.

Nazi Partisi, 1930 seçimlerinde altı buçuk milyon oy alarak, 107 milletvekili çıkartarak büyük bir başarı sağladı. 1932 seçimlerinde ise Alman Parlamentosu(Reichstag)'nun 608 üyeliğinden 230'unu kazana¬rak, ülkenin en büyük partisi haline geldi. Bundan sonra meydana ge¬len bazı gelişmelerin üzerine de Cumhurbaşkanı Hindenburg, 30 Ocak 1933'te, başbakanlığa Hitler'i atadı. Böylece Nazi Partisi iktidara gel¬miş oldu.

Bundan sonra Hitler, meclisi feshederek seçimlere gitti. Ancak, 1933 Mart ayında yapılan seçimlerde Nazi Partisi yine çoğunluğu sağla¬yamadı. Bununla beraber Hitler, baskı ile Reichstag'dan dört yıl süreyle olağanüstü yetkiler aldı. Bununla, tam anlamıyla bir diktatörlük yöne¬timi kurmak için harekete geçti. İlk iş olarak da diğer partileri kapattı. Alman ulusunun ekonomik, kültürel ve sosyal hayatım kontrol altına aldı.
Hitler, kendisinin III. Reich dediği döneminde dış politikasında ise, Versailles ve St. Germain Antlaşmalarının kaldırılmasını, Almanya'nın sınırları dışında kalmış bulunan bütün Almanların birleştirilmesini ve bir tek devlet altında toplanmasını, «Hayat alanı» (Bu, Nazi emperya¬lizminin adı idi) elde etmeyi esas almıştı.
Nitekim. Hitler, Almanya içte yeniden güçlenmeye başlayınca, dışta da aktif bir politika izlemeye başladı. Almanya dışında kurulan Nazi partilerini destekledi ve onlardan dış politikası yönünden yararlanma yolunu tuttu. Versailles Antlaşmasının koyduğu sınırlayıcı durumu or¬tadan kaldırdı. Arkasından, askersiz alan olan Ren bölgesini işgal etti.

Almanya'nın, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dengeyi bu şekilde zorlamaya ve değiştirmeye yönelmesi, bu dengenin ve statüko¬nun sürmesinde yararı olan diğer devletleri Almanya'ya karşı harekete geçirdi Bu da, devletlerarası yeni ve önemli sorunlar ile anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden oldu.

| 0 yorum ]

YENİ BULUŞLAR VE SONUÇLAR

Avrupalılar Orta Çağ'da ekonomi, bilim, teknik gibi alanlarda oldukça geriydi.

Siyası yapı bölünmüş, derebeylikler (feodalite) şeklinde örgütlenmişti. Büyük toprak sahipleri olan derebeyleri gerçekte krallara bağlıydılar. Ancak, onları dinlemiyorlardı. Sahip oldukları geniş topraklarının en uygun yerine yaptıkları şatolarını hendekler ve kuvvetli surlarla çevirmişlerdi. Bu sayede dışardan gelen tehlikelere karşı uzun süre direnebiliyorlardı.

Sosyal hayatta kilise ve din kuralları geçerliydi. Din adamları her açıdan güçlüydü. Eğitim öğretim de kilisenin elindeydi. Kilise düşüncesine karşı gelmek kesin olarak yasaklanmıştı. Bu durum düşüncenin önündeki en önemli engeli oluşturmaktaydı. Ayrıca, bilim, teknik, sanat ve edebiyat alanındaki gelişmelerin durmasına yol açmaktaydı. Kilisenin oluşturduğu düşünce yapısına skolastik düşünce denmiştir.

Büyük toprak sahibi olan asiller ve din adamları her türlü hak ve yetkiye sahipti. Buna karşılık halk hak ve özgürlükler açısından birbirine eşit olamayan sınıflara ayrılmıştı. Tüccar, sanatçı ve esnaflardan oluşan burjuva sınıfıyla köylülerin hak ve özgürlükleri son derece sınırlıydı. Ekonomik durum iyi değildi. Genelde toprağa dayalı bir ekonomi vardı. Ticaret gelişmemişti.

Avrupa'nın bu durumu Haçlı Seferlerinden sonra değişmeye başladı. Hristiyan Avrupalılar, Haçlı Seferleri sırasında Müslümanlardan özellikle bilim ve teknik alanında bazı yenilikleri alarak bunları daha da geliştirdiler. Böylece Avrupa'nın her alanda ilerlemesini sağlayacak olan yeniliklerin ortaya çıkmasını sağladılar.



Barut ve Top

Barut, ilk kez Çinliler, daha sonra Türkler ve Müslümanlar tarafından kullanıldı. Haçlı seferleri sırasında Türkler ve Müslümanlardan barut yapımını öğrenen Avrupalılar, barutun kullanım alanlarını geliştirdiler. Barutun top ve tüfek gibi ateşli silahlarda kullanılması önemli gelişmelere neden oldu.

Barutun ateşli silahlarda kullanılmasıyla;

· Kale ve surların ne kadar kuvvetli olursa olsun top gülleleri ile yıkılabileceği anlaşıldı. Osmanlı hükümdarı II.Mehmet yaptırdığı büyük toplar sayesinde surları yıkarak İstanbul'u ele geçirmeyi başardı.

· İstanbul'un kuvvetli surlarını yıkan büyük topların başarısını gören Avrupa'daki krallar bundan yararlanma yoluna gittiler. Bir türlü söz geçiremedikleri feodal beylerin kuvvetli surlarla çevrili şatolarını yıkarak derebeylik sistemine son verdiler.

· Derebeyliklerin ortadan kalkmasıyla güçlü merkezi krallıklar kuruldu. Böylece derebeylerinin halk üzerindeki baskısı da azaldı.



Kağıt ve Matbaa

Kağıt ve matbaa Kağıt yapımı eski çağlardan beri Çin ve Mısır'da biliniyordu. Orta Çağ'ın başlarında Avrupa'da kağıt , üretilmiyordu. Yazı; genellikle tahta, taş, kil vb. levhalar üzerine yazılıyordu. Aynı dönemde, Çinliler ve Türkler, ipek ve pamuktan kağıt yapımını biliyor ve kullanıyorlardı. İpek ve pamuk Avrupa'da pek bulunmadığından kağıt yapımı çok pahalıya mal oluyordu.

Haçlı seferleri sırasında Avrupalılar, Müslümanlardan kağıt yapımını öğrendiler. Öğrendikleri kağıdı geliştirerek paçavra ve selülozdan (odun hamuru) kağıt yapmayı başardılar. Böylece Avrupa'da kağıt bollaştı ve ucuzladı.

Matbaa bulunmadan önce kitaplar elle yazılıyordu. Bu durum çok fazla emek ve zaman gerektiriyordu. Üstelik yazılan kitap sayısı son derece sınırlı kalıyor, bu nedenle de yazılan kitaplardan herkes yararlanamıyordu.İlkel baskı tekniği Çinliler tarafından biliniyordu. Uygur Türkleri, tahta harflerle baskı tekniğini kullanmışlardı.

Avrupalılar, Haçlı seferleri sırasında Müslümanlardan öğrendikleri baskı tekniğini geliştirdiler. Jan Gutenberg adlı bir Alman, harfleri tek tek kurşundan dökerek dayanıklı ve hareketli harf tekniği ile çalışan modern matbaayı buldu (1450).

Kağıt ve matbaayla ilgili bu gelişmeler sayesinde Avrupa'da;

· Daha çok ve ucuz kitap basıldı,

· Okuryazar oranı yükseldi, okuma yazma bir imtiyaz (ayrıcalık) olmaktan çıktı.

· Bilim sanat ve edebiyat gibi alanlarda ortaya çıkan yeni görüş ve düşünceler kısa sürede yaygınlaşmaya başladı.

· Duygu ve düşüncelerde önemli değişiklikler ve gelişmeler oldu. Bu gelişmeler Rönesans ve Reform hareketleri ile bilim ve teknik alanında yeni gelişmelere yol açtı.

· Toplumlar arası etkileşim arttı,



Pusula

Bir tür yön belirleme aracı olan pusulayı ilk olarak Çinliler buldu. Çinlilerden, Türklere ve Müslüman Araplara geçti. Avrupalılar, pusulayı Haçlı seferleri sırasında Müslümanlardan öğrendiler ve geliştirdiler.

Pusulanın bulunmasına kadar gemiciler denizlere ve okyanuslara açılamıyorlar, kıyıları takip etmek zorunda kalıyorlardı.

Pusula'nın kullanılması ve Kristof Kolomb'un yaptığı düzeltmeler, gemicilerin büyük denizlere ve okyanuslara cesaretle açılmaya başlamalarını sağladı. Bu sayede Dünyanın bilinmeyen yerlerine gitmeye başladılar. Bu durum Coğrafi Keşiflerin başlamasında etkili oldu.

| 0 yorum ]

Yunan taarruzları karşısında Eskişehir, Afyon ve Kütahya hatlarında elde edilen başarısızlıklar sonucunda Türk Ordusu Sakarya Irmağı’nın doğusuna kadar çekilmek zorunda kalmıştı. Aslında bu çekilişin stratejik bir önemi vardı ki onu da M. Kemal Paşa şöyle belirtmiştir: “Birliklerimizi toplayarak düşmanla kendi aramızda büyük bir mesafe bırakmak gerekmektedir, böylelikle düşmanı hem ana karargahlarından uzaklaştırmış hem de dağılan ve durumu kötü olan biriklerimize büyük bir zaman kazandırmış oluruz.” Bu gerçektende dahice bir hamleydi.

Meclis Londra Konferansı’ndan eli boş dönen heyetin ve savaştaki gerilemenin sorumlusu olarak M. Kemal Paşa’yı gösteriyordu. Bu karışık ve zor günler içerisinde meclis :”Bizi bu duruma getiren şimdi ordunun başına geçsin ve bizi bu durumdan kurtarsın” dercesine ona başkumandanlık teklif etmişti.Bu teklifi hem ona inanan ve bu durumu düzeltecek tek insasnın olduğuna inananlar hem de onu sevmeyen ve bir mağlubiyet karşısında ondan kurtulmak isteyenler yapıyordu. M.Kemal Paşa ise eğer başkumandan olması halinde meclisin de yetkisini alarak ordunun başına geçmeyi böylelikle hem alınması gereken önlemleri hem de karar ve kanunları hızla çıkartıp orduyu hızlı bir şekilde savaşa hazırlamak istedi. Bunu şiddetle karşı çıkanlar vardı ama üç gün süren yoğun tartışmalar sonunda üstün ikna kabiliyeti sayesinde istediği tüm yetkileri meclisten aldı.

14 Ağustos 1921’de yeniden ilerlemeye başlayan Yunan birliklerine karşı M.Kemal Paşa dünya savaş literatürüne geçen bir taktikle savunma yapmıştır. Ordularına “Artık hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır! Ve bu satıh tüm vatandır.” Emrini verir. İşte bu taktik nedeniyle cephe tam 100 km genişliğinde ve 20 km derinliğindeydi. Büyük küçük her birlik geri çekildiği taktirde ilk durabildiği noktada tekrar bir hat oluşturup çatışmaya devam ediyordu.

Düşman birlikleri Ankara’nın 50 km yakınlarına kadar yakınına gelmişti ama tükenmiş bir durumdaydı. Her anı her saniyesi başlı başına bir an olan bu tarihi savaşın son günlerine doğru cephe kurmay başkanı, M.Kemal Paşa’ya ilettiği raporda umutsuz bir sesle “efendim düşman taze kuvvet alıyor”demişti. Bu rapor seyrek kalkan uçaklarımızdan elde edilmişti. Raporu dikkatlice inceleyen Bşkumandan M. Kemal Paşa ise bunun takviye değil olsa olsa bir geri çekilme olabileceğini anlamakta tereddüt etmemiş ve derhal İsmet Paşa’yı arayarak ”Paşam zaferimizi kutlarım “ diyerek ordulara taarruz emrini vermiştir. 10 Eylül 1921 de karşı saldırıya geçen Türk ordusu 13 Eylül ‘de Sakarya doğusuna kadar gelerek tam bir zafer elde etmiştir.

Sakarya Zaferinin Önemi:
1-Türk ordusunun II. Viyana Bozgunundan beri devam eden geri çekilişi ve savunması sona erip; taarruz dönemi başladı.
2-İtilaf bloğu dağıldı.
3-İtalyanlar Anadolu’yu terk etti.
4-Fransa ile TBMM arasında Ankara Antlaşması imzalandı
5-İngiltere ile 22 Ekim 1921’de TBMM esir mübadelesi antlaşması imzaladı
6-Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ile TBMM arasında Kars Antlaşması imzalandı.
7-2 Ocak 1922’de TBMM ile Ukrayna arasında dostluk antlaşması imzalandı
8-İngilizler TBMM’ye ateşkes teklifinde bulundu.
9-Yunanlıların taarruz gücü kırıldı.
10-Mustafa Kemal’e gazilik unvanı ve mareşallik rütbesi verildi. (19 Eylül 1921)
11-Yunanlılar Doğu Trakya üzerinden İstanbul’a yapmak istedikleri saldırıdan vazgeçtiler.
NOT: Türk ordusunun en fazla insan kaybı Sakarya Savaşında oldu.

| 0 yorum ]



I.İnönü Savaşı (6-10 Ocak 1921)Nedenleri:

Yunanistan'ın; taarruzu devam ettirerek İngiliz Hükümeti’nden yardım sağlamayı,

Çerkez Ethem Ayaklanması'ndan faydalanmayı,

Eskişehir'i alarak demiryollarının önemli noktalarını kontrol altına almayı,

Sevr Barış Anlaşması'nı TBMM'ye kabul ettirmeyi istemesi.
Gelişimi:

Yunanlar, Çerkez Ethem'in isyanından faydalanarak Eskişehir'e ilerlemeye başlamıştır.

İsmet Bey, ordusunu Çerkez Ethem'in karşısından çekerek Yunanlar'la çarpışmaya başlamıştır.

Yunanistan geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Sonuçları:

Düzenli Ordu’nun ilk zaferidir.

Halkın Düzenli Ordu’ya güveni artmıştır.

Milletin zafere olan inancı güç kazanmıştır.

İsmet Paşa generalliğe yükselmiştir.

Çerkez Ethem İsyanı bastırılmıştır.

Zafer sonrası Afganistan Hükümeti ile Dostluk ve Yardımlaşma, Rusya ile de Moskova Antlaşması imzalanmıştır.

İlk anayasa olan Teşkilât-ı Esâsiye kabul edilmiştir (20 Ocak 1921).

İstiklâl Marşı kabul edilmiştir (12 Mart 1921).

İtilaf Devletleri yenilgi karşısında, durumu görüşmek üzere Londra'da bir konferans düzenlemişlerdir.

| 0 yorum ]


Hazırlıksoru 1:Gözlem:bir eseri yazmaya başlamadan önce gerekli,bilgi,deney,inceleme,ve araştırma yapma işi
Tarafsızlık:
yansızlık,tarafsız olma durumu
ispat:
kanıtlamak,gerçek yönünü ortaya çıkarmak
Nesnellik:
taraf tutmadan yapılan inceleme,objektiflik
Bilimsellik:
bilimle ilgili,bilime dayalı
Didaktik:
öğretici
Başyazı:
dergi ve gazetelerin ilk sayfalarındaki makale
Başyazar:
başmakale yazarı
2.belgelerle açıklanır.Kanıtlar gösterilir.

Sayfa 109 soruların cevapları

1.*Makaleler herhangi bir konuda bilgi vermek ,bir konuyu veya düşünceyi açıklamak,ispatlamak amacıyla yazılır
2.Çevre kirliliğinin dünyamız için oluşturduğu tehtide dikkat çekmek ve bu konuda görüşlerini belirtmek
3.Gerekli kültür ve bilgi birkimine sahip okuyucuya hitap eder
4.Konu toplumun büyük bir kesmini ilgilendirecek nitelikte olmalıdır.
*kanıtlar inandırıcı olmalıdır.
*anlatım açık,sade,anlaşılır olmalıdır.
*Konu tarafsız bir şekilde ortaya konmalıdır
5.haber yazılarında sadece haber vardır,makalelerde düşünce ve yorum vardır.Gazete haberleri günlük olduğu halde makalelerde günlük düşüncelerden çok uzun ömürlü düşünceler yer alır
6.çevre kirliliğinin yol açtığı zararlardan bahsedilerek örnekler verilmiş.sonra alınabilcek önlemlerden bahsedilmiştir
7.Çevre kirliliğinin zararları düşüncesi,çevre kirliliğinin yol açtığı afetler,küresel ısınma ve bozulan ekolojik sistem yardımcı düşüncelerle ilişkilendirilerek birbirine bağlanmıştır
8.Yok
9.işlenecek konunun ortaya konmasıyla başlamış,örneklerle devam etmiş ve bir fikre bağlanarak sonuçlandırılmıştır
10.Göndergesel işlevde

4.Etkinlik
öğretici,açıklayıcı,kanıtlayıcı anlatım türleri kullanılmıştır.okuyucuya çevre kirliliğinin neden ve sonuçlarını açıklamak,öğretmek ve kanıtlamak amacıyla bu anlatım türleri kullanılmıştır.
12.EtkinlikMetinde görev alan kelimeler,kelime grupları ve cümleler yapıyı oluşturan ögelerdir.Kelime grupları ve cümleler anlam ve şekil bakımından birbirine bağlanarak makalede verilmek istenen düşünceyi ortaya koyar.
Anlama Ve Yorumlama

1.Okuyucuların makalede işlenen konu hakkında bilgi edinmesini,onların dünyasında yeni ufukların açılmasını sağlar.
2.Makaleler düşünce yazılarıdır.Dolayısıyla yazarın düşüncelerini yansıtan yazılardır.Yani yazarın düşüncelerini yansıtarak ayna görevi görür.


Ö.lçme Ve Değerlendirme
1.Düşünce
gazete ve dergilerde
Başyazı,başyazar
2.D,Y,Y,D
3.C
4.E
5.B
6.E
7.B

| 0 yorum ]

MUSUL SORUNU


Lozan Barış Antlaşmasından sonra, Türkiyeyi en çok meşgul eden ve bir ara barış için de tehlikeli olan sorun İngiltere ile Musul Antlaşmazlığı olmuştur. Lozan Konferansında Türk-Irak sınırının çizilmesi hususu müzakere konusu olduğundan, Türkiye halen Irak sınırları içinde kalan Musul ve Süleymaniye bölgeleri halkının büyük çoğunluğunun Türk olması dolayısıyla, bu bölgelerin Türkiyenin sınırları içinde bulunması gerektiğini savunmuştur. İngiltere ise buna itiraz ederek, bu bölgelerin Irak sınırları içinde olduğunu iddia etmiştir. Böylece Irak sınırımız Lozanda kesin bir sonuca bağlanamamış, Antlaşmazlığın giderilmesi için iki taraf karşılıklı görüşmelerle soruna bir çözüm bulacaklarını, şayet anlaşamazlarsa, Milletler Cemiyeti Konseyine gidileceği hususunda mutabakat sağlamışlardı.

Uyuşmazlığı gidermek için 1924te İstanbulda toplanan konferansta, İngilizler Musul Vilayetinden başka Hakkari vilayetinin de Irak sınırlarına katılması talebini ileri sürmüştür. Başarılı olmayan ikili görüşmeler sonunda, Lozan Barış Antlaşması hükümleri uyarınca mesele Milletler Cemiyeti Konseyine getirildi. Konseyin teşkil ettiği bir Komisyonun verdiği rapora uyularak, Milletler Cemiyeti de Musulu Iraka bırakmanın uygun olacağını belirtti. Türkiye, Milletler Cemiyeti Konseyinin bu tavsiye kararı üzerine, Antlaşma yolunu tercih ederek İngiltere ile 5 Haziran 1926 tarihinde bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşma ile Türk -İngiliz siyasi uyuşmazlığı bir çözüm şekline bağlanmış, Musul bunalımı sona ermiş ve Türk - Irak sınırı da çizilmiştir.

Musul bunalımı, Türkiye ile Sovyet Rusyayı birbirine yaklaştırmış, 17 Aralık 1925de Pariste "Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı"nın imzalanmasına neden olmuştur.

ANA SAYFA

MUSUL SORUNU


Lozan Barış Antlaşmasından sonra, Türkiyeyi en çok meşgul eden ve bir ara barış için de tehlikeli olan sorun İngiltere ile Musul Antlaşmazlığı olmuştur. Lozan Konferansında Türk-Ir...

Dökümanı bilgisayarınıza indirmek için buraya tıklayınız.

| 0 yorum ]

Türkçe, ana dili edinimi ve gelişimi dersi olduğu için öğrencilerin sağlıklı bir kişisel gelişim gösterip topluma uyum sağlayabilmesinde en önemli derstir. Türkçe, aynı zamanda öğrencinin Türkçe ve Türkiye Cumhuriyeti’ne olan bağlılığının sağlamlaştırıldığı, bu iki cumhuriyetin ayrılmaz unsurları olan milli kültür, milli kimlik ve milli bilinç duygularının sağlam temeller üzerinde inşasının yapıldığı bir derstir.

MÖ 551-479 yılları arasında yaşamış olan Çin düşünürü Konfüçyüs;
“Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?” sorusuna şöyle cevap vererek dilin önemini çok güzel ifade eder:
“ Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”

Kısacası, Türkçe, bizi biz yapan değerlerin dersidir. Türkçe, Atatürkçülüğün dersidir. Türkçe, varlığımızın adı, geleceğimizin teminatıdır. Unutmamak gerekir ki Türkçe olmadan ne Türk yurdu olur ne de Türk adı kalır.

Konfiçyüs, bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun bunu örneklerle göstermek olduğunu biliyordu. Bu yüzden sınıfın tam karsısına geçti. Eline bir vazo aldı, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde havaya kaldırdı. Diğer elinde de bir elma vardı. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, elmayı içinde bıraktıktan sonra, vazoyu yere koydu ve :

-Elmayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci,elmayı yiyebilir , dedi.

Çocuklardan biri acıkmıştı , ilk o davrandı ve elini vazonun dar ağzından içeri soktu. Elmayı yakaladı, çıkarmaya çalışıyor, ama başaramıyordu.

-Elimi çıkaramıyorum!.. diye sızlandı.

Konfiçyüs :

-Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır, dedi.

Çocuk elmayı bırakmak istememesine rağmen zorunlu olarak gevşettiği elini vazodan çıkardığında, yüzünden şaşkınlık okunuyordu.

(“Elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mi? “)

Konfiçyüs, vazoyu yerden alıp ters çevirdi. Elma yuvarlanıp avucunun içine düştü. Çocukların hepsi gülmeye başladı . Aslında o kadar basit bir şeydi ki bu!...

Konfiçyüs :

-Fakat bu, göründüğü kadar basit değil, dedi. Elmayı havada tutuyordu konuşurken. "Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir istir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekarlığı hemen durdurmalısınız. iste, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz."

| 16 yorum ]

Fabl Örnekleri

Fabl fransızca bir kelime olup anlamı, Kahramanları çoklukla hayvanlardan seçilen, sonunda ders verme amacı güden, genellikle manzum hikâye, öykünce. Bu şekilde konular daha net anlaşılmış olup çocukların hayal gücü hayata geçiriliyor. Fabl yazmak başlı başına ustalık işidir, gerçek hayattan uzak bir ütopyayı canlandırmak oldukça yorucudur. Şimdi fabl nasıl yazılır onu görelim.

Fabl Yazımı

Fabl yazmak için şu unsurlara ihtiyaç vardır.

-Hayvanların belli başlı çağrışımları vardır örneği, kaplumbağa yavaş hareket eder, tavşan hızlı hareket eder ve kurnazdır. Aslan gücü temsil eder, fil ise iyiliği, maymun yaratıcıdır.

-Fabl da hangi mesajı hangi hayvanı konuşturarak vereceğimizi iyi bilmeliyiz.

-Fabl yazarken hitap edilecek çocukların yaş oranını belirlemeli ve mesajı ona göre betimlemeliyiz.

-Anlaşılması güç yabancı kelimelerden uzak durulmalı sade bir dil kullanılmalıdır.

Fabl Örnekleri

Şimdi gelelim örneklerimize;


AĞUSTOS BÖCEĞİ İLE KARINCA


Ağustos böceği yazın yan gelip yatıyordu, hiç çalışmıyordu, bir gün onu gören karınca dedi ki,
Hey ağustos böceği böyle yatarsan kışın ne yapacaksın, ağustos böceği gülümsedi, ben her zaman yiyecek bulabilirim dedi. Ancak karınca ağustos böceğine şimdi çalışacaksın ki kışın rahat edeceksin diyerek çalışmaya devam etti, yiyeceklerini depoladı, yuvası yiyicek doluydu.

Bir gün kış geldi, ağustos böceği açlıktan ölmek üzereyken karınca fazla depoladığı yiyeceklerinin bir kısmını ağustos böceğine verdi, ağustos böceği çok teşekkür etti ve karıncaya dönerek bana iyi bir ders verdin dedi, bende artık yazın hep çalışacağım, iyi bir hayat dersi aldım dedi.

KAPLUMBAĞA VE TAVŞAN

Bir gün kaplumbağa yavaş adımlarla ilerlerken tavşan yanına geldi ve gülerek hadi yarışalım seninle dedi, kamplumbağa bu teklifi gayet ciddiye aldı tamam hadi ne duruyorsun dedi, yazın en sıcak günleriydi, yarış başlamak üzereydi, tavşan kampumbağaya dedi ki, hadi kaplumbağa sana avans vereyim sen başla ben beş dakika sonra geleceğim dedi, kaplumbağa yarışa başladı, ağır adımlarla gidiyordu ancak motivasyonu yüksekti, tavşan ise kaplumbağaya alaylı alaylı arkasından bakarak nasıl olsa bi koşuda onu geçerim dedi, ancak sıcağın yoğun olmasıyla beraber uykusu geldi gölge bir yere geçti, biden uykusu geldi, uyandığında kaplumbağa yarışı çoktan kazanmıştı.

Nurullah Güngör.

| 0 yorum ]

İtiraf etmek gerekir ki, kısa vadede spor insanı zayıflatmaz. Rakamlar bu konuda çok açık ve net: Bir kilo yağı eritmek için 9 bin kalori yakmak gerekir. Bunun içinde sistemli biçimde 42,5 saat aralıksız yürümek, yada 5 saat aralıksız koşmak şarttır.

Bunuda ancak maratoncular başarabilir.

Ne var ki spor uzun vadede insanın kilosunu korumasına yardımcı olur. Düzenli sportif faaliyet, organizmada bazı kimyasal reeksiyonlara yol açar ve bu reeksiyonlar da kolesterole karşı olumlu rol oynar. Spor, bu elimli etkilerinin sürmesi için fazla değil, ara vermeden yapılmalıdır. Nitekim, sportif faaliyeti bıçak gibi kesen kişilerde, kısa bir süre içinde aşırı şişmanlama görülebilir.

| 0 yorum ]

Yeni başlayanlar solunuma konsatre olarak yapılan meditasyonu kısa zamanda kavrarlar ve çok tatmin edici bulurlar.Bu yöntem, sadeliğin getirdiği yararlar içerir.



Baş,boyun ve sırtınızı dengeli bir halde tutarak, meditasyon duruş şekillerinden birini uygulayarak haraketsiz oturun.Böylece, pasif olarak solunumuzun farkındaolacaksınız. soluk alış kısa bir duraklama, kirli havayı akciğer ve solunum yollarından veriş, yine kısa bir duraklama ve yeniden solunuma başlayış. Soluk alışyada verişin başlangıcı. ortası, sonu sürekli olarak hissedilmelidir. Eğer dikkatiniz dagılırsa, yeniden meditasyon objesi üzerinde toplayıp orada tutmaya çalışın.


Dikkatin kayması kaçınılmaz bir olaydır ve normal karşılanmalıdır. Meditasyon Deneyimleri artıkça, dikkat kendiliğinden ve kolayca solunuma döner. Yeni başlayanlara bazen soluklarını birden ona kadar saymaları ve yeniden başa dönmeleri önerilir. sayımsa soluk alışta yada soluk verişte olmalıdır.

Dikkati üzerinde toplamak için en iyi noktanın neresi olduğu konusunda farklı görüşler vardır. soluk alış ve veriş yerine bedenin daha belirli bir parçası üzerine de konsantre olabilirsiniz. Sizin yapabbileceğniz en iyi şey, hemen solunuma konsantre olarak meditasyona başlamaktır.

| 0 yorum ]

17. YÜZYIL (DURAKLAMA DÖNEMİ) ISLAHATLARI
Bu dönemde yapılan ıslahatların amacı yükseliş dönemindeki parlak günlere geri dönmektir .
Islahatçılar sorunların nedenlerinden çok sonuçları üzerinde durmuşlardır. Islahatlar, sonuçları ortadan kaldırmaya yöneliktir. Islahatçılar kurumlardaki bozulmayı kanunlara uymamakta gördüklerinden dolayı toplumda otoriteyi sağlamak için şiddet kullanarak kanunları uygulatma yoluna gitmişlerdir. Islahatlar, ıslahat yapanlardan sonra devam ettirilemediği için sürekli olmamışlardır. Bu dönemin ıslahatçıları :
a) Kuyucu Murat Paşa :
* Ahmet zamanında yaygınlaşan Celali İsyanlarını şiddetle bastırdı
b) II. (Genç ) Osman :
* Yeniçeri Ocağını kaldırıp yerine düzenli bir ordu kurmak istedi.
* Saray dışından evlenme geleneğini yeniden canlandırdı.
* İlmiye sınıfının nüfuzunu (etkisini) kırıp devlet yönetiminden uzaklaştırdı.
* Saray masraflarını azalttı.
c) IV. Murat:
Devlet otoritesini sağladı. İçki, tütün ve sokağa çıkma yasağı gibi önlemlerle devlete eski gücünü kazandırmaya çalıştı.
d) Tarhuncu Ahmet Paşa :
Ekonomi alanında ıslahata girişen ilk ıslahatçıdır. Bütçeyi denkleştirmek için saray harcamalarını kıstı. Osmanlılarda bilinen ilk devlet bütçesini hazırladı.
e ) Köprülüler dönemi :
Köprülüler dönemi Köprülü Mehmet Paşa nın sadrazamlığa getirilmesi ile başlar. Köprülü Mehmet Paşa, sadrazam olmak için Türk tarihinde ilk ve son kez padişaha koşullar ileri sürdü. Bunlar;
1. Saray, devlet işlerine karışmayacak.
2. Padişah'a sunacağı teklifler kabul edilecek.
3. Her türlü göreve getirme ve görevden alma işini kendisi yapacak.
4. Hakkında şikayet olursa yargılanmadan cezalandırılmayacak.
Çanakkale Boğazı'nı Venediklilerden kurtaran Köprülü Mehmet Paşa isyanları bastırdı. Devlet otoritesini yeniden sağladı. Köprülü Fazıl Ahmet Paşa döneminde de otorite devam ettirildi.
18. YÜZYIL ISLAHATLARI VE ÖZELLİKLERİ
Lale Devri
* İlk kez Avrupa'nın önemli merkezlerinde geçici elçilikler açıldı (Paris, Viyana, Moskova ve Lehistan). Osmanlı Devleti, elçilikleri kurmakla; Avrupa'daki teknik, bilimsel ve sosyal gelişmeleri takip etmeyi ve Avrupa devletlerinin politikalarını öğrenmeyi amaçlamıştır.
* Said Efendi ve İbrahim Müteferrika tarafından ilk Türk matbaası kuruldu (1727). İbrahim Müteferrika'nın evinde kurulan bu ilk Osmanlı matbaasında dini kitaplar hariç tarih, coğrafya ve edebiyata ait bazı kitaplar basılmıştır. Matbaada basılan ilk eser Vankulu Lügati adlı sözlüktür.
Osmanlı Devleti'nde binlerce insan hattatlık yaparak geçimlerini sağlıyordu. Bu insanları mağdur etmemek amacıyla devlet önceleri matbaada dini kitapların basımını yasaklamıştır.
* Yeniçerilerden oluşturulan bir itfaiye örgütü kurulmuştur (Tulumbacılar).
* Yalova'da bir kağıt imalathanesi kurulmuştur.
* İstanbul'da bir kumaş ve çini imalathanesi açılmıştır.
* İlk defa çiçek hastalığı için aşı bulunmuştur.
* Kütüphaneler açılmıştır (En önemlileri Enderun ve Yeni Cami kütüphaneleridir).
* Askeri alanda esaslı bir ıslahat görülmemiş, sınırlarda bazı kaleler ve istihkamlar yaptırılmıştır. Ayrıca İstanbul surları onarılmıştır.
* Doğu klasiklerinden bazı eserler Türkçeye tercüme edilmiştir.
* Resim, minyatür, edebiyat ve az da olsa bilim alanında gelişmeler gözlenmiştir.
* Avrupa'dan Rokoko ve Barok tarzı mimari örnek alınarak çeşitli eserler yapılmıştır.
* Osmanlı mimarisinin Avrupa mimarisinin etkisinde kalması sonucunda sivil mimari ön plana çıkmıştır.
* Osmanlı Devleti bu dönemde sadece Doğu'da İran'la savaşmıştır.
* Lale Devri Patrona Halil İsyanı ile sona ermiştir.
I. Mahmut
l. Mahmut orduya düzen vermenin ve Avrupa orduları gibi savaşa hazırlanmanın lüzumunu anlamış ve bu işi Fransız asıllı Humbaracı Ahmet Paşa'ya (Kont dö Boneval) vermiştir.
Ahmet Paşa;
* Osmanlı ordusundaki Humbaracı ve Topçu sınıfını ıslah etmiştir.

Dökümanı bilgisayarınıza indirmek için buraya tıklayınız.

| 0 yorum ]

SANAYİ DEVRİMİ VE OSMANLI DEVLETİ'NE ETKİSİ


A-SANAYİ DEVRİMİ



17. Asırda Batı Avrupa'da uygun ortamlarda gerçekleşen , bilimsel devrimler sonucu bilgi hazinesinin kritik kütleyi aşacak şekilde büyümesiyle tabi olarak oluşan, 1750 ile 1830 arasında ilk kez İngiltere'de başlayan, daha sonra Fransa, Almanya, Rusya ve Japonya gibi ülkelere yayılan ve Batı insanının hayat tarzını ve seviyesini köklü bir biçimde değiştiren makineleşme ve teknolojik gelişmelerle beraber seri üretim olaylarına "sanayi devrimi" denir.

Tam olarak ne zaman olduğu tartışmalı olan ve hangi zamanları kapsadığı hakkında Batı'nın önemli iktisat tarihçileri arasında görüş farklılıkları bulunan sanayi devrimi ilk kez, 1880/81 yılında Oxford Üniversitesi'nde konu üzerinde dersler veren İngiliz tarihçi Arnold Toynbee tarafından inkılap kavramı şeklinde ele alınmıştır .

Toynbee'ye göre 1750'lerde İngiliz ekonomisinde köklü bir değişim başladı ve bunu 1850'lere doğru tamamlanan hızlı ve genel bir sanayileşme süreci izledi. Amerikan tarihçisi John U.Nef ise, büyük ölçekli sanayinin ve teknolojik değişmenin başlangıçlarının 16. ve 17. yüzyıllara kadar gittiğini savunurken, başka bir iktisat tarihçisi J.H.Clapham 1850'lerde sanayileşmenin sadece pamuklu dokuma ve demir sanayinde gerçekleştiğini, bu nedenle sıl sanayi inkılabının çok daha sonraki yıllarda olduğunu ileri sürmüştür .

Öte yandan nitelik bakımından da "birinci sanayi devrimi" ve "ikinci sanayi devrimi" olarak isimlendirmeler yapılmıştır. "Birinci sanayi devrimi" İngiltere'de meydana gelen sanayileşme ve bunun sonucu gelişen ekonomik değişmelerdir. Hemen bütün iktisat tarihçileri bu nitelemede hem fikirdirler. "İkinci sanayi devrimi" deyiminin taşıdığı anlamlar için ise, farklı görüşler vardır . Bunlar şunlardır:

1- "İkinci sanayi devrimi", İngiltere'de meydana gelen "birinci sanayi devrimi"nin Fransa, Almanya, A.B.D ve Japonya gibi ülkelere yayılmasıdır.
2- 19.yüzyılda elektriğin, petrolün, yeni metallerin ve kimya sanayindeki öteki bazı buluş ve gelişmelerin devreye sokulması olayına "ikinci sanayi devrimi" denir.
3- İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra elektronik sanayinde meydana gelen gelişmeleri kapsayan aşamaya "ikinci sanayi devrimi" denmiştir. Yine bu düşünceye göre "birinci sanayi devrimi" geliştirilen makinelerin "insanın kol gücünün yerini, ikinci sanayi devrimi ise, makinenin "insanın kafa gücünü yerini" aldığı dönemlerdir.

Gerçek şu ki, gerek birinci ve gerek ikinci sanayi devrimleri için, tarihin geniş bir perspektifi kapsamında, tekerleğin icadını, özellikle birinci sanayi devrinin konusu olan tekstilin tarih öncesi devirlere dayanan üretimini , zirai alandaki birçok gelişme ile, Magna Carta ve feodal yapı içindeki burjuva sınıfının göz alıcı aşaması gibi, daha birçok birbirine sebep sonuç ilişkileri ile bağlı iktisadi ve siyasi gelişmeler, ve bugün için örnek verirsek, yeryüzünü saran McDonalds zincirleri veya milyonlarca bilgisayarı birbirine bağlayan Microsoft'un hakimiyetinin...

Dökümanı bilgisayarınıza indirmek için buraya tıklayınız.

| 0 yorum ]

TÜRKLERİN İSLAMİYETE HİZMETİ
Türklerin İslam dinini kabul etmeleri dünya tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Müslüman Türkler karışıklık içindeki İslam dünyasının koruyuculuğunu üstlenmiştir. 1000 yıl boyunca İslamiyetin bayraktarlığını yapan Türkler, İslam dünyası tarafından hala lider millet olarak görülmektedir...
Türklerin Müslümanlığı kabul etmeleri hem İslam alemi hem de dünya tarihi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Türkler, karışıklık içinde bulunan İslam dünyasının koruyuculuğunu üstlendiler. Selçuklular, Abbasi halifelerini himaye ettiler. Batıda Haçlı Seferlerine, doğuda Moğol akınlarına karşı Türkler tarafından set oluşturulmuş, böylece İslam dünyası dağılmaktan kurtulmuştur. Bin yıla yakın bir süre Türkler, Müslümanlığın bayraktarlığını yapmıştır. Gazneli Mahmudun Hindistana kadar yaptığı seferler sonucunda Müslümanlık Hindistana kadar ulaşmıştır. Böylece yakın dönemlerde kurulan Pakistan ve Bangladeşin temelleri atılmıştır. Osmanlı döneminde ise Türkler Balkanlara yerleştiler. Arnavutlar, Bosna-Hersekliler (Boşnaklar) bu dönemde Müslüman oldular.

TARİHİN DÖNÜM NOKTASI
Türklerin Müslüman olmaları hem İslam tarihi, hem Türk tarihi bakımından, dolayısıyla bütün dünya için çok önemli bir olaydır. Bu sayede Türkler birliğe kavuşmuş ve eriyip yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk topluluğu yoktur. Sonradan Müslüman olup da ardından asimile olan hiçbir Türk topluluğu yoktur. Ama Türk soyundan gelmiş birçok topluluklar vardır ki, bunlar İslamdan başka dinlere girmekle hem dillerini hem köklerini unutmuşlar, tamamen karakter değiştirerek kaybolup gitmişlerdir. Tuna Bulgarları bunun tipik örneğidir. Bu Türk topluluğu Hıristiyan olarak İslavlaşmış, bambaşka bir millet olmuştur. Şimdiki Bulgarların Türklükle en ufak bir ilişkisi kalmamıştır.

Müslüman olmaları sayesinde Türkler tarih sahnesinde üstün millet sıfatıyla yaşamlarını devam ettirdiler. Bir defa, Müslüman olunca, o sırada teşekkül halinde bulunan İslam medeniyetine katıldılar ve bu medeniyeti oluşturan üç milletten (Araplar ve İranlılarla birlikte) biri oldular. İslam cephesine girmiş olmaları onları Asya bozkırlarından Yakın Doğuya getirdi ve orada yerleşip kalmalarına neden oldu. Bu suretle Türkler tutunabilecekleri, büyük ve istikrarlı devlet kurabilecekleri bir bölgeye yerleşmiş oldular.

Diğer taraftan, İslam alemi de Türklerin katılmasıyla bünyesinde taze bir kan buldu. Türkler İslamı kendileri için bir Milli Din olarak kabul ettiler, bütün benlik ve samimiyetleriyle bu dine sarılarak 11. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının bütün düşman kuvvetlerine karşı korunması işini tek başına yüklenmiş oldular.
Müslümanlık devrine kadar Türkler her türlü yüksek meziyete sahip olan, fakat henüz dünyada kendi yerini tam bulamamış olan bir milletti. İslam, onun yolunu aydınlatan bir ışık oldu ve Türk Milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükseldi.
ANADOLUYA İSLAMİYETİN GİRMESİ VE MALAZGİRT SAVAŞI
Türkler İslama girdikten sonra bu uğurda hiçbir fedakarlıktan çekinmeden bütün varlıkları ile Müslümanlığa hizmet ettiler. Müslümanlığın dünyaya yayılması görevini Araplardan sonra Türkler üstlenmiş ve bunu başarı ile devam ettirmişlerdir. Türkler, doğuda Asya kıtasının birçok bölgelerinde Müslümanlığın yayılmasına hizmet ettikten sonra batıya yönelmişlerdir. Malazgirt Zaferi, Türk ve İslam tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu zafer, Anadolunun Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlamış, İslam Dininin batıya doğru yayılmasını hızlandırmıştır. İstanbulun Müslüman Türkler tarafından 1453 tarihinde fethedilmesi ile Türk Milletinin önderliğinde yüzyıllarca sürecek olan Müslümanlığın Altın Çağı başlamış oluyordu.
Türk Milleti gittiği ülkelere İslam medeniyetini, İslam adaletini ve ahlakını götürmüştür. Türklerin idaresinde sadece Müslümanlar değil, diğer dinlerden olan milletler de huzur ve güvenlik içinde yaşamışlardır.
Türkler, Müslümanlığın iç ve dış düşmanlara karşı korunmasında büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. İslamı içten yıkmak isteyen ve bu amaçla Müslümanlar arasında yanlış inançlar yaymaya ve bölücülük yapmaya çalışanlara karşı Müslümanlığın özünü korumuşlardır.

Bizanslıların, Müslümanlara yaptığı saldırılara ve özellikle haçlı seferlerine karşı Türk Milletinin kahramanca savaşması, İslam ülkelerini çok büyük tehlikelerden kurtarmıştır. Büyük sel felaketleri gibi İslam ülkelerine yönelen Haçlı ordularını Türkler durdurmamış olsaydı, İslam dünyası kendisini savunamayacak v...

Dökümanı bilgisayarınıza indirmek için buraya tıklayınız.

| 0 yorum ]

BÖLÜM III. TÜRKLERİN İSLAMİYET'İ KABUL ETMESİNİN SOSYAL, SİYASAL, EKONOMİK VE ASKERİ NEDENLERİ

Giriş
Yağmur Say, ulusların inançlarının belirlenmesinde veya inanç sisteminin değiştirilmesinde tek bir etkenin rol oynamadığını, inanç sistemlerinin belirlenmesinde, ortak kabule dayanan pek çok etkenin rol oynamadığını, inanç sistemlerinin belirlenmesinde, ortak kabule dayanan pek çok etkenin var olduğunu belirtmektedir. Yukarıda aktarılanlardan hareketle Türk toplumunun da günümüze kadar pek çok inanç sistemine ihtiyaç duyduğunu ve inanç-ihtiyaç bağlamının ilk temel kavram olduğunu ve ihtiyaçların inancı belirlediğini ve inançların ihtiyaçlardan kaynaklandığını belirtmektedir. (1)
HALİFE Hişam'ın (724-743) Türkler'e bir heyet göndererek bunları İslam dinine davet etmesi üzerine Kagan'ın adamları arasında sanatkar, berber, demirci, terzi bulunmaması nedeniyle bu dini kabul edemeyeceğini söylemesi inanç-ihtiyaç bağlamına örnek teşkil eder. (2)

A. Türklerin İslamiyeti Kabulündeki Ekonomik Etkenler
T. Akpınar, Türkler'in islamiyeti kabulünün önemli bir nedeninin ekonomik kaynaklı olduğunu, dinlerin insanların manevi dünyasıyla ilgili yönü ağır basan birer sosyal kurum olduğunu aktardıktan sonra olayların ve kurumların oluşup gelişmesinde ekonomik etkenlerin büyük rol oynadığını belirtmektedir. (3)
Müellif çalışmamızın birinci bölümünde aktardığımız gibi, göçebe kavimlerin geçimlerini hayvancılıktan sağladığını, en büyük sorunlarının bu sürüleri beslemek için meralar bulmak olduğunu ve bu nedenle konar göçer gir yaşam tarzına sahip olduklarını aktarır. Bu kavimlerin ekonomik durumlarının kuraklık yıllarında yada salgın hastalıklar sonucunda çöküntüye uğradığını ve bu nedenlerle göçebelerin, yerleşik kavimlere yağma seferi düzenlediklerini aktarır. (4)
Akpınar, Tübingen Üniversitesi doğu bilimcisi olan Rudi Paret'in ağzından şunları aktarır: "Bedeviler için zorunlu ve tamamen şerefli bir iş kabul edilen ve yerleşiklere veya diğer bedevilere ait mal ve mülkün gasbedilmesine dayanan yağma seferleri, "gauze"ler, komşu olan kavimlerin islamiyeti kabul etmeleri üzerine daha öteki kavimlere yönelmiş ve bu medeni memleketlere karşı "cihad" ilanına yani Allah'ın dininin oralara yaymak ve ahalinin islamiyeti kabul etmeleri sağlamak gayesi güden din savaşlarına dönmüştür." (5)
Türkmen istila ve yağmalarının islam memleketlerinde buhranlar doğurması üzerine Halifenin meşhur alim Maverdi ile bir mektup göndermesi ve elçinin Sultanla görüşmeleri de çok ilgi çekicidir. Gerçekten bu şekilde yapılan şikayetler karşısında Tuğrul Beg: "Benim askerlerim (kavmim) pek çoktur ve bu memleket onlara yetmemektedir" deyince, elçi: "Bütün dünyayı alsanız yine de size ve askerlerinize kafi gelmeyecektir" şeklinde karşılık vermiş, Sultan ise: "Eğer adamlarımdan (Türkmenlerden) aç kalanlar kötülük yapıyorlarsa, buna karşı ben ne edebilirim?" diyerek yapılan yağmaların aç kalmamak için ve geçim sağlamak yüzünden yapıldığını güzelce ifade etmiştir.
Yukarıda, kendisine yardım için gelenlere; "Allah yolunda Cihad yapınız ve ganimet alınız" dediğini naklettiğimiz Selçuklu Beyi İbrahim Yinalın 1048 yılında Kutulmuşla birlikte idare ettiği ordu, ilk defa Bizanslılarla büyük bir muharebeye girmiş, Arap kaynaklarına göre 100.000 (yüz bin) esir, 15.000 (on beş bin) araba dolusu ganimet elde etmiştir. Böylece İbrahim Yinalın tavsiyesinin ne kadar yerinde ve samimi olduğu bizzat kendisinin de bu yolu seçmesinden anlaşılmaktadır.
Selçuklu Devletinin yıkılmasını müteakip kurulmuş bulunan Uç Beyliklerinde de Bizansa karşı yapılan yağma ve çapulların, "bu uç sahalarının Dar ül-İslamın bitiminde bulunması nedeniyle, zamanla az çok dini bir mahiyet, bir Mukaddes Cihad rengine büründüğünden" bahseden Köprülü, bu bölgelere gelen mücahid dervişlerin, zahiren "gaza", gerçekte ise "medar-ı maişet" (geçim aracı) peşinde olduklarını, söylerken büyük bir gerçeğe daha parmak basmış olmaktadır.
Osmanlı Devletinin kuruluş ve gelişmesinde de Gaza idealinin, Kutsal Savaşın, önemli hatta asıl faktör olduğu kanaati Osmanlı Tarihinin en yetkili araştırıcıları tarafından ifade edilmektedir. Gerçekten gazalar, Osmanlılar için bir heyecan kaynağı, bir ideal ve toplumun kuvvetli, manevi bağı olmuş, aynı zamanda da Devletin ana gelir kaynaklarından birini teşkil etmiştir. Osmanlı Sultanlarının en büyüklerinden biri olan II. Murad, Doğudan gelmiş bir bilginin, kendisine Devletin gelirlerini artırmak...

Dökümanı bilgisayarınıza indirmek için buraya tıklayınız.

| 0 yorum ]

1.Nizamülmülkün Hayatı. . . . . . . . . . . . . . ..2
2.Devletin Amacı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .3
3.Hükümdarın Özellikleri. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .4
A)Acele etmemek. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..4
B)Sorumluluk . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...5
C)Ceza verme . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...5
D)Lakaplar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
E)Cömertlik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..6
F)Hizmetliler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
G)Devlet emirlerinin uygulanması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...6
H)Protokol ve törenler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .6
I)Padişah ve hanımları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .7
4.Ordu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
5.Güvenlik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..8
6.Adalet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
7.Devlet Görevlileri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..11
8.Din . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .12
9.İlim . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .12

Kaynakça . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..14


1.NİZAMÜLMÜLK(HASAN B.ALİ)'ÜN HAYATI

Büyük Selçuklu Devletinin meşhur veziri ve İslam şarkını büyük devlet adamıdır.Horasan'ın Tus şehrinde doğmuş.Babasının varlıklı olması nedeniyle iyi yetişmiş.Şafii fıkhına vakıf olup,edebiyat ile ilgilenmiştir.Dini ve edebi kültürle yetişerek siyasete atıldığı zaman büyük kabiliyetler göstermiştir.Tuğrul beyin ölümü üzerine görülen taht mücadelesinde Alparslana yardım etmiş. Melikşahın tahta çıkışında Kavurdu öldürtmüştür.

Nizamülmülk'ün Türk tarihinde müspet ve menfi rolleri olmuştur.Devlette yapılan her işi kendisinin yaptığı hissini uyandırmıştı.Nizamiye medreseleri fikri Ona aittir.Vezir teşkilat sahasında Samani ve Gazne geleneğinden ilham alarak saray ve hükümet teşkilatını kurmuştur.Onun etrafında meydana getirilen bu idari teşkilat daha sonraki Türk İslam devletlerine örnek olmuştur.Şii-Batıni ekolüne karşı Sünniliği güçlendirmeye çalışmıştır.Sünniliği tedrisat yoluyla yaymak için Bağdat'ta 1066 yılında yapılan Nizamiye Medreselerinin büyük katkıları olmuştur. Gerçekleştirdiği büyük katkılardan biride askeri ikta sistemidir. Nizamülmülk bunu şahsi takdirlerin neticesi olmaktan çıkarıp,devletçe tespit edilen belirli nizamlara bağlamıştır.Askeri alanda ülkeyi küçük iktalara ayırarak askeri askeri ikta sistemini uygulamasıyla,büyük feodal beylerin ortaya çıkmasını engellemiştir.Askeri alandaki bir farklı özelliği ise,ordunun sadece Türklerden oluşmasına karşı çıkmasıdır.

Selçuklu'da devlet iki nüfus bölgesine ayrılmıştır. Saray ve askeri teşkilat kadrolarını Türkler,sivil kadrolarını İranlılar işgal ediyordu. Birincinin başında Selçuk sultanı;ikincinin başında ise Nizamülmülk bulunmaktaydı. Türklerle İranlılar daimi nüfuz içindeydi. Türkler sivil teşkilatta çoğalmak istemiş,İranlılar ise nüfuz alanlarını korumaya çalışmıştır. Melikşah devleti Türk kadrolarla gü...

Dökümanı bilgisayarınıza indirmek için buraya tıklayınız.

| 0 yorum ]

Avrupa Rönesans'ının Kaynağındaki Filozof İbn- i Rüşt.

Batıda Averros adı ile tanınan, Ebu al Valid Muhammed İbn-i Rüşt, İspanya' nın başkenti Cordova' da 1126 yılında doğdu. Seçkin yargıçlar gurubu olan bir Cordava ailesinin üçüncü jenerasyonuydu. Arap uygarlığının en önde gelen matematik, tıp ve felsefe bilginlerinden biri oldu.

İbn-i Rüşt 12. yy' da Müslüman İspanya' da İbn-i Tufayl ile birlikte geliştirdiği ve Hıristiyan Avrupa' da oldukça geniş söz sahibi olmuş Yeni Aristo okulu akımının önemli yapı taşlarından biridir. Buna rağmen İbn-i Rüşt ortaçağ entelektüelliğine özgü bir tutumla, evlendiği ve babasının öldüğü günü her şeyin dışında tuttuğunu ifade eder.

Fikirleri ortaçağ düşüncesini yeni bir yapılandırma ile oldukça etkilemeye başlamıştır. İspanya sınırları dışında, bir çok İslam entelektüelinin de düşünceleri ondan önemli ölçüde etkilemiştir.

İbn-i Rüşt ailesi tarafından sağlanan zamanının en tanınmış Kur'an, din bilimi, hukuk bilginlerince eğitildi. Ayrıca, astronomi, edebiyat, matematik, müzik ve zooloji öğrendi, ama onun en seçkin başarıları, tıp ve felsefe alanlarındaydı.

İbn-i Rüşt, Avrupalıların Almoravides dedikleri Endülüs İslam devlet anlayışında başarılarını bilime ve gelişime önem veren iki halifenin (Ebu Yakup Yusuf (1163-1184) ve Ebu Yakup al' Mansur (1184-1199))destek ve dostluğuna borçludur.

İbn-i Rüşt 1169da Seville' e kadı olarak atanmasından iki yıl sonra, halife Ebu Yakup tarafından, Cordova ya getirilir ve baş yargıcı ve kişisel fizikçisi yapılır, bu onun şeref derecesi ile onanmasını sağlar. Halifenin özel gözetimi altında İbn-i Rüşt, Aristoteles' in yorumlanması görevine atanır. Arkadaşı İbn Tufayl ile bu çalışmaları esnasında Ebu Yakup' un büyük dostluğunu kazanırlar.

İbn-i Rüşt kariyerinin daha çok erken safhalarındayken bile Aristoteles' in düşüncelerini taktir etmiştir. Onun düşüncelerini insan aklının en gelişmiş seviyesi olarak değerlendirmiştir. Aristoteles düşüncesi ona göre insanın Müslümanlık öncesi çağdaşlaşma çabasıdır.

Felsefesi;

İbn-i Rüşt, en derin gerçeklere akılcı analiz yoluyla yaklaşılması gerektiği fikrini sürdürdü, ve felsefenin, son gerçeğe götüren bir sistem olduğunu savundu. Felsefeyi din sentezinden ayırarak ele alması bir devrim niteliğindedir. O Kur' an' ın yüksek gerçeği içerdiğini, onun kelimesi kelimesine yorumlanmasının yanlış olabileceğini savundu. Din kardeşliğinin felsefenin ilkelerini zedelemeyeceğini ileri sürdü. İnsan aklının üstünlüğünün bilim ve gelişime ters düşmeyeceğini, dinin ise toplum hayatında önemli bir rolü olacağını belirtiyordu. İnsan gerçeğine yönelik sorulara felsefenin dinden daha açık yanıtlar bulacağına inanıyordu.

İskenderiye' li Plotinos' un geliştirdiği yeni -eflatuncu- açıdan bakışını sonradan Aristo üzerine yoğunlaştırdı. Onun tüm eserlerinde yapılandırmaya çalıştığı dizinsel ve akılcı bakış açısını dine taşımaya çalıştı. Ona göre din için bilim gereklidir. Gazzali' nin eserlerini inceledi. Kendinden önce yaşamış bu İslam düşünürünü tamamıyla ters açıdan ele alır. Ona göre imanı akıldan üstün tutan ve insan aklının kavrayamayacağı bir inanç yanlıştır. O dinin akılla bütünleşen ve insana kendi gerçeklerini bildiren bir yapıda olmasını gerektiğini savundu.

Tanrı;

Evreni yöneten engin güç tanrıdır. Tanrı sınırsız bir iradedir. İçinde bulunduğumuz 'alem' e doğrudan karışmaz, onunla kaynaşmış bir bütün değildir. Gök katları daire biçimindedir her dairenin belli bir yörüngesi, aklı, bilinen bir yolu vardır. Kötülük ve şer, tanrısal yasalara aykırı davranışlardan doğar. O insanın eseridir. Günümüzde yeterince zenginleşmiş dünya kültür varlığı incelenerek çeşitli görüşler ortaya atılmaktadır. Bunlardan son günlerde çok konuşulan 2012 Marduk' la Randevu adlı kitapta, İbn-i Rüşt' ün kendi zamanında günümüzün neredeyse kanıtlara varacak gerçekçiliğini yakaladığı belirtilmektedir.

Ahlak;...

Dökümanı bilgisayarınıza indirmek için buraya tıklayınız.

| 0 yorum ]

ASTRONOMİ TARİHİ


Eski çağların en büyük astronomları, İÖ 7. yüzyıldan sonra Babil ve Mısır astronomisinin bütün mirasına konan Eski Yunanlılar arasından yetişti. Bu bilginler " durağan " yıldızların (birbirlerine göre konumları değişmeyen yıldızların) doğuş ve batışlarını saptadıkları gibi, gökyüzünde " gezen " , yani durağan yıldızlara göre sürekli yer değiştiren beş tane de parlak gökcismi gözlemlediler. Eskiden Yunancadan türetilmiş planet sözcüğüyle anılan bu gezegenler aslında kendi ışığı olmayan, ama Güneş ışınlarını yansıttıkları için parlak görünen gökcisimleridir. Dünyamız da Yunanlılar Güneş Sistemindeki dokuz gezegenden yalnızca beşini biliyorlardı: Merkür, Venüs, Mars (Merih) , Jüpiter ve Satürn.
Eski Yunanın ilk büyük astronomi bilginlerinden Miletli Thales (İÖ yaklaşık 624-546) Ay ve Güneş tutulmalarının zamanını önceden saptamayı başarmış, ama tutulmaların nasıl gerçekleştiğini açıklayamamıştı. Bu bilgin Dünyanın bir tepsi gibi düz olduğuna ve su üstünde yüzdüğüne inanıyordu. İÖ 6. yüzyılda yaşamış olan Sisamlı Pisagor, o çağdaki meslektaşlarının çoğu gibi hem astronom hem de ünlü bir matematikçiydi. Pisagora göre Dünya yuvarlak, daha doğrusu küre biçimindeydi ve evrenin merkezinde hareketsizdi; Güneş, yıldızlar ve gezegenler de onun çevresinde dolanıyordu. İÖ 3. yüzyılda gene Sisam (Samos) Adasında yetişmiş olan Aristarkhos, Güneşin Dünyanın çevresinde değil, tam tersine Dünyanın Güneşin çevresinde döndüğünü söyleyen ilk astronomlardan biri oldu. O zamanlar hiç kimsenin inanmadığı bu savıyla gerçeği yakalayan Aristarkhos, Dünyanın Güneşe olan uzaklığını hesaplarken aynı başarıyı gösteremedi. Güneşin Dünyaya uzaklığını Ay ile Dünya arasındaki uzaklığın 20 katı olarak hesaplamıştı; oysa Güneş Dünyamıza Aydan 400 kat daha uzaktadır.
Eski Yunanın en büyük astronomlarından biri İÖ 2. yüzyılda yaşamış olan Hipparkhostu. Trigonometri denen matematik dalını kuran bu bilgin, geliştirdiği trigonometri yöntemleriyle pek çok...

Dökümanı bilgisayarınıza indirmek için buraya tıklayınız.

| 0 yorum ]

Geleneksel süsleme sanatlarımızın çok yaygın bir kolu olan tezhib Arapça’da altınlama anlamına gelen bir süsleme tekniğidir.


En erken örneklerini yazma kitap sanatındaki Kur’an, dua, bilim ve edebi kitaplarda görmek mümkündür. Türk tezhib sanatçısının yüzyıllar içersinde farklı usluplarda geliştirdiği en mükemmel tezhibleri dini kitaplar için yaptığı kuşkusuz bilinen bir gerçektir. Çalışmalarını ve gelişmelerini devlet himayesinde saraya bağlı nakışhanelerde sürdüren bu sanatkarlar Müzehhip adı altında anılırlar.

Tezhib sanatının vazgeçilmez malzemesi olan altın uzun bir ameliyeden sonra varak (ince levha) halde müzehhipin eline ezilmek üzere gelir. Zamki arabi ile ezilen altın su ile ipekten süzülür, din-lendirilir. Daha sonra kurutularak toz haline gelir. Tatbik edilecek alanlara jelatinli su ile sürüldükten sonra akik taşından yapılmış mühre ile parlatılır. 12. ve 13. yüzyıllarda parlak olarak tatbik edilen altın daha sonraki yüzyıllarda değişik renklerde (yeşil, kırmızı, beyaz) imal edilmiş, bazen mat olarak da tatbik edilmiştir. Altının yanı sıra kullanılan renkli boyaların en ağırlıkta olana koyu mavidir. Çeşitli tonlarda tatbik edilen lacivert lahor çividi, lapis gibi adlarda toprak kökenlı olup arap zamkı ile halledilir. Esas iki ana rengin haricindeki ara renkler kırmızı, yeşil tonlarda kısmen zemin rengi olarak kullanılmıştır. Çiçek motiflerinin renklenmesi de bütün ana renkler ve tonları açıktan koyuya giden kademeli bir biçimde boyanır. Bir yazma eserde tezhiblenen bölümler iç kapak anlamında olan ve kitabın adı, müellifi bazen de kimin için yapıldığını belirten temellük kitabesinin bulunduğu zahriye; sanatçının bütün hünerini gösterdiği ser levha yada boş sayfalar, hattatın isminin konulması nedeniyle ketebe sayfası yada hatime son sayfalar; başlık yada mihrabiye diye adlandırılan Kur’an’da sure, diğer yazmalarda konu başlar; cümle ve ayetleri birbirinden ayırmak için konan nokta yada duraklar; sayfa kenarlarında görülen ve konuyla ilgili açıklamayı içeren gül süslemeleri olup bunlar secde, hizip, cüz ve aşır gülleridir, Tezhib tasarımlarında kullanılan motifler doğadaki bitki ve hayvan biçimlerinin stilizasyonudur. Bitkisel kökenli olan çiçeklere verilen isim Hatayi grubu altında toplanan çoğunlukla hayal mahsulü olan kompozit bir türdür. Hayvansal biçimlerin üsluplaşmasından meydana gelen diğer motif türü ise Rumi adı altında günümüze gelmiştir. Kelime anlamı Anadolulu olan Rumi 12. ve 13. yüzyıllarda mimari süsleme v tezhib sanatında en çok kullanılan motiftir.

Özellikle Selçuklu mimarisinde karakteristik hayvan figürleri ile birlikte tasarlanmış birçok anıtlarda görülür.14. yüzyıldan itibaren hayvansal biçimini kaybeder. 15. ve 16. yüzyıllarda Timuri Safavi ve Osmanlılarda çok çeşitlilik arz eden kompozit biçimdedirler.

12. v 13. yüzyıllarda yapılan tezhiblerdeki tasarımlar Rumi motifi ağırlıklı asimetrik düzendedir. Kısmen Hatayi motifinin de yer aldığı kompozisyonlar çok sade bir biçim ihtiva eder. Bu yüzyılın sevilen başka bir mol türü ise kenar pervazlarda kullanılan zencerektir. XII. yüzyılda kitap sanatına artan yoğun ilgi Konya tezhibinin gelişmesine sebep olmuştur. XIV. yüzyılda kitap sanatının koruyuculuğunda Karamanoğulları ve Germiyan beyleri yapmışlardır.Türk müzehhipleri XV. yy. başlarında etkinliklerini Osmanlı Sultanlarının Koruyuculuğunda Bursa’da sürdürür. Yapılan tasarımlar fevkalade incelmiş Rumi ve Hatayi motifleri çok zengin bir biçimde izlenir. Kompozisyonun gelişme gösterdiği bu yüzyılda Doğu okullarının etkileri (Bağdat, Tebriz,Herat) hissedilir. Kompozisyonda simetri hakimiyeti gözü yormayan karakterli ve sistemlı bir şekilde ekolleşmektedir.


Kompozisyon şemalarının tamamen geometri kaidelere bağlı hat sanatında tamamen geometri kaidelere bağlı hat sanatında olduğu gibi belirli ölçüler dahilinde gelişme gösterdiği izlenir.Hazırlanan tasarımlarda Rumi ve Hatayı motifi ferdi veya karma olarak devrin karakteristik özelliklerini taşır.

Kompozisyon şemalarının tamamen geometri kaidelere bağlı hat sanatında tamamen geometri kaidelere bağlı hat sanatında olduğu gibi belirli ölçüler dahilinde gelişme gösterdiği izlenir.Hazırlanan tasarımlarda Rumi ve Hatayı motifi ferdi veya karma olarak devrin karakteristik özelliklerini taşır.

Bu dönem içinde Türk süsleme repertuarına bulut motifleri de girmiş 16. yy. ve sonrasında hemen hemen bütün kompozisyonlarda sevilerek kullanılmıştır. Yavuz Sultan Selim döneminde 1514-15 yıllarında Tebriz’in alınmasından sonra İstanbul’a gelen Tebriz ve Herat’lı sanatçılarla Osmanlı süsleme sanatları yeni bir çehre kazanır. Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatının ilk yıllarından itibaren bütün süsleme üsluplarındaki yenilikler dikkati çeker. Bu devre içinde Saz üsluplarındaki yenilikler dikkati çeker. Bu devre içinde Saz üslubunun yaratıcısı Şahkulu saray baş nakkaşıdır.


XVII. yy. boyunca Türk tezhibinin ustaca olanları genellikle dua kitaplarında yer alır. Tasarım ve düzenleme XVII. yy ortalarına kadar kısmen geleneği korumuştur.

Türk tezhibinin en müstesna örneklerinden biri de Karahisari Kur’anındaki desenlerdir. Üslup teknik ve çeşitlilik açısından Osmanlı süsleme sanatının bir repertuarı sayılan bu Kur’andaki tezhibler akıl almaz bir incelikle Karamemi nakışhanesinin mahsulüdür. Yalnız koltuk desenleri birbirinden farklı 100 deseni ihtiva eder. Farklı renkler ve üsluplarla 600 değişik renk çeşidi ile tezhiblenmiştir.


Bu yüzyıl sonunda Türk tezhibi giderek inceliğini yitirdiğini ve klasik motiflerin özelliğini yavaş yavaş kaybettiğini izleriz. Batı sanat etkisinin kuvvetle hissedildiği 18. yy. da klasik süslemeyle Barok, Rokoko motiflerinin bir arada kullanıldığı tarz dikkat çeker.Dönemin en büyük müzehhibi lake ustası Ali Üsküdar’i dir. Bu sanatçının tüm eserlerinde eski ve yeni akımın en güzel şekilde bağdaştığı örnekleri görmemiz mümkündür.18. yy. sonuna doğru tezhibte Türk rokokosu adı verilen bir bezeme üslubu yaygınlaşır.

Özellikle naturalist çiçek buketlerinden oluşan bu teknik kendini 19.yy. sonuna kadar devam ettirmiştir. 19.yy. sonuna doğru klasik motiflerin yeniden ele alınmasına çalışılmış ve Türk tezhibinde Neo klasik üslup ortaya çıkmışsa da Osmanlı bezeme sanatının en zayıf üslubu olarak kabul edilir. Başından beri Tezhibin yazma kitap sanatlarındaki seyrini inceledik. Tezhibin tatbik edildiği birçok alanlardan biri de murakka yazı levhaları üzerine yapılan bezeme çeşitleridir.

Yaşadığımız yüzyılda levha tarzında gelişimini sürdüren Türk tezhibi, günümüz koşullarına uygun bır sanat ihtiyacına cevap verir.