-

| 0 yorum ]


TAHLİL: Rıza BAĞCI

Sabah Olursa

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse... O gün
Ben ölmemiş bile olsa, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!

* * *
Bağlantı
Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!

8 Eylül 1321 / 21 Eylül 1905


Tevfik Fikret’in Sabah Olursa adlı şiiri, 8 Eylül 1321/21 Eylül 1905 tarihini taşır. Bu şiiri anlayabilmek için, bu şiirin yazıldığı yılı ve o yıla giden yılları bilmek gerekir. 1905 yirminci yüzyılın daha başlangıcıydı ve ondan önceki on dokuzuncu yüzyıl ise, “imparatorluğun en uzun yüzyılıydı.” On dokuzuncu yüzyılda imparatorluğun problemleri hızla artmış, âdeta içinden çıkılamayacak bir hâle gelmişti.

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Batılı siyaset adamlarının dilinde “Hasta Adam” idi. Meselâ, daha yüzyılın ortalarına gelmeden (1831-1839) devlet, valisiyle başa çıkamıyor, valisi karşısında defalarca hezimete uğruyor ve içinde düştüğü bu zor durum karşısında Rusya, İngiltere ve Fransa’dan yardım istemek zorunda kalıyordu.1 Yine on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında devlet içeride ve dışarıda yüksek faizlerle hızla borçlanıyor ve kısa bir süre sonra da, bu borçlarının faizlerini bile ödeyemecek bir hâle geliyordu.2 Tam bu hâldeyken, 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı patlak veriyor, devlet ağır bir yenilgiye uğruyor ve sonunda Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları’yla Rumeli’de ve Anadolu’da birçok topraklarını kaybediyor, Rusya’ya milyonlarla Frank savaş tazminatı ödemek zorunda kalıyor3, maliyesi alt üst oluyordu. Bu arada 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı bahane edilerek Meclis kapatılıyor, demokratik gelişimin önü tıkanıyordu. Sefil bir istibdat topluma darbeler vuruyor, bu durum karşısında Genç Türklerin bazısı fikirlerini terk ederek veya uzaklaşarak Sultanın hizmetinde memuriyet buluyor4, bunu onuruna yediremeyenler ise âdi bir mücrim gibi sürgün, hapis ve çeşitli acılara maruz kalıyordu5. Diğer yandan, devrin sömürgeci büyük devletleri, bu “Hasta Adam’ın” ölümünü ve mirasının paylaşımını bekliyordu. O daha ölmeden en değerli parçaları ondan koparılıyordu. 1881 yılında Tunus Fransızlar tarafından, 1882 yılında Mısır İngilizler tarafından, 1885 yılında Doğu Rumeli Bulgaristan tarafından işgal edilmişti. Bir müddet sonra 1897 yılında Girit Yunanistan tarafından işgal edilmiş, hükümet Girit’in özerkliğini kabul etmek zorunda kalmıştı6.

Bütün bu büyük felâketler karşısında padişah II. Abdülhamit’in çeşitli gerekçelerle uygulamaya koyduğu koyu bir baskı yönetimi, yapılan birçok reformlara ve aydınlanma hareketlerine rağmen7 ülkeyi bunaltıyor bazen yaşanmaz bir hâle getiriyordu. Ülkede ordu, hükümet, saray, ulema ve bürokrasi arasındaki hassas dengeler bozulmuş, merkeziyetçi bir idare iyice yerleşmiş, bütün yetkiler Yıldız’daki padişahta toplanmıştı.

Ülkenin geleceğinden endişeli, belki de bu yüzden fazlaca vehimli ve şüpheci padişah, görünüşte güçlü bir istihbarat teşkilatı kurarak herkesi, düşündüklerini söylemekte ve yazmakta çekinir bir hâle getiriyordu8. Devlet halkından korkuyor, aydınından korkuyor, bürokrasisinden korkuyor, öğrencisinden korkuyor, onlara potansiyel tehlike olarak bakıyordu. Zararlı fikirlere sahip oldular diye, üniversite öğrencileri okullarından atılıyor, muzır yayın diye kitap, dergi ve gazetelerin basımı yasaklanıyor9, çeşitli aydın fikirli memurların ya görevlerine son veriliyor veya imparatorluğun en ücra yerlerine sürülüyor ve bütün bunlar devletin bekası, ülkenin birliği, bütünlüğü adına yapılıyordu.

Bu şartlar altında bütün ülkede, hemen herkese derin bir melânkoli, hayattan bezginlik, ümitsizlik ve karamsarlık egemen oluyor, toplumun önemli bir bölümünde bir nemelâzımcılık yaygınlaşıyordu10. Hemen herkes kendi derdine düşüyor, küçük çıkar hesapları peşinde koşuyordu. Âdeta sosyal sorumluluk duygusu ve bilinci bütünüyle kaybolmuştu11. Konuşması gerekenler susuyor, susması gerekenler ise konuşuyordu. Halk bunalmış ve sesi kesilmiş bir şekilde bekliyordu12. Toplumun bütün etkin olması gereken kesimleri, sanki üzerlerine ölü toprağı silkilmişcesine duruyor, gazetecilik güdümlü bir hâle geliyor ve gazeteler, suya sabuna dokunmayan magazin haberleri, çeşitli okulların açılış ve kapanış duyuruları, hükümet erkânı ve padişahın katıldığı resmî törenlerin şatafatlı, fakat içi boş konuşmalarıyla yani yapay bir gündemle doluyordu. Bunun yanında, sosyal ve siyasî hayatla pek ilgisi olmayan resimli, eğlenceli dergiler, büyük bir gelişme gösteriyor, bunların sayıları hızla artıyordu13.

İşte Osmanlı Türkiye’si, yirminci yüzyılın ilk yıllarına, yani Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiirini yazdığı yıllara, genel çizgileriyle panoramasını çizdiğimiz bu şartlar altında girmişti. Fikret, bu şâir olarak ülkenin içinde bulunduğu bu şartlardan derinden etkilenmiş, kâh Ömr-i Muhayyel’i (1898) yazarak her hakikatten uzak, herkese meçhul bir diyara gitmek, kaçmak, bütün insanlardan uzak orada yaşamak istemiş, kâh Gayya-yı Vücut’u (1899) yazarak hayatı “solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla dolu” kokuşmuş bir bataklığa benzetmiş, kâh Sis’i (1902) yazarak imparatorluğu sembolize eden imparatorluk başkenti İstanbul’u mel’un ve menfur bir şehir olarak tasvir etmiş ve yaşlı, ahlâksız bir kadına benzetmişti.

Bütün bu şiirlerinde karamsar, bedbin ve gelecekle ilgili bütün umutlarını yitirmiş, melânkoli içinde kıvranan Rübab-ı Şikeste şâirinin, 1905 yılında yazdığı Sabah Olursa şiirinde hayat karşısında takındığı tavır, önemli bir değişikliğe uğrar. "Sabah Olursa şiiri, Fikret’in içinde, büyümen oğlu ile beraber sosyal bir kurtuluş ümidinin uyandığını gösterir"14. 1895’te doğan Haluk, bu şiirin yazıldığı 1905’te on yaşındadır. Fikret, bütün umutlarını, ülkenin bütün geleceğini oğlu Haluk’a ve onun neslinin içinden çıkacak bir kahramana bağlamıştır. Burada,


Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Mısraı, şiirin en güçlü, en güzel mısraı olarak dikkat çeker, ayrıca bu mısra, ülkenin aydınlık geleceğine karşı duyulan büyük bir özlemi de ifade eder:


Bu Memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse…

Yukarıdaki mısralar Fikret’in kurtuluşu, bir sosyal sınıftan değil, kuvvetli ve diriltici, güçlü bir elden, iradeli bir insandan beklediğini gösteriyor. Bütün toplumu sükût etmiş gören, milyonlarca insan içinde pâk ve temiz çıkacak pek az alın bulunabileceğini söyleyen ve mizaç itibarıyla da bireyci olan Fikret’in, ülkenin kurtuluşunu bir kahramandan beklemesi çok tabiîdir15. Fikret, Halûk’un nesli içinden ülkeyi kurtaracak böyle bir kahramanın çıkacağına inanır. Şaire göre bu kahraman, yaptıklarıyla milletin yüzünü güldürecektir. Kuvvetle buna inanan Fikret, bunun çok yakın bir gelecekte olacağına ihtimal vermez. Bu değişiklik, ancak kendisinin ölümünden sonra veya iyice yaşlandığı yıllarda gerçekleşecektir:


 O gün
Ben ölmemiş bile olsa, hayata pek ölgün
Bir irtibatım olur şüphesiz.

Fikret oğlundan, o gün geldiği zaman kendisinden ümidi kesmesini, kendisini kötrüm ve boş muhîtinde, acılarıyla unutmasını ister. Çünkü Fikret’in aksak, eski, perişan bakışları, oğlunu maziye çekmek isteyecektir. Halbuki Fikret’e göre oğlu "Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti"dir. Fikret, burada melâl içinde çürüyen kendisi ve kendi nesliyle, "Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti" olan, geleceği temsil eden oğlu arasındaki farkı özellikle vurgular:

............................................ O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!

Fakat artık Fikret, ülkesinin içinde yaşadığı karanlık günlerin birgün gelip biteceğine, karanlık gecelerin haşir sabahına kadar sürmeyeceğine, sonunda "Bu sema, bu mâi göğün" bize birgün acıyacağına, bu ülkede de birgün sabahın olacağına kuvvetle inanır. Haluk’a ve Haluk’un nesline, ülkenin içinde bulunduğu bu kötü durumdan dolayı üzülmemeleri gerektiğini anlatır. Eskisinin aksine umut doludur:

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.

Fikret bu mısralarında eski şiirlerinin aksine ümit doludur, geleceğe kuvvetle inanır. Ona göre insanlar ve toplumlar, üzüntü, sıkıntı, moral bozukluğu ve bezginliğe düşerlerse çürüyüp giderler:

Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi…
Fikret daha sonraki mısralarda, bütün ümidini bağladığı bugünün çocukları, yarının gençlerine seslenir. Onlardan uyanmalarını, ülkenin aydınlığa ihtiyacı olduğunu anlatır. Fikret’e göre, yeni yetişen nesiller, ülkeyi aydınlatmalı, ülkenin üzerindeki kara bulutları silmeli, ülkedeki korku ve dehşet havasını dağıtmalıdır. Böylece ülke, içinde bulunduğu korkunç durumdan sıyrılacak, kurtuluşa erecektir. Rühab-ı Şikeste şâiri bunu, gençlere en büyük hedef olarak gösterir.


............................. Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.



Fikret, şiirin sonunda, kendisinin bütün ümidinin bu nesil olduğunu açıkça söyler. Eğer gençler, onun gösterdiği hedefe yönelirlerse, ülke içinde bulunduğu şu zindan karanlığından mutlaka kurtulacak, o ve nesli ölse de arkadan gelen nesiller, ebediyen aydınlık içinde yaşayacaktır:


Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!



Fikret’in bu şiiri, kendi ülkesinde karanlıklar, ıstıraplar içinde yaşayan, horlanan, kendisini "öz yurdunda garip", "öz vatanında parya" olarak hisseden bir insanın ruh hâlini ve onun geleceğe ait hayallerini, umutlarını anlatır.

Çeşitli dönemlerde, çeşitli ülkelerde yaşayan, dürüst, çalışkan, ülkesini seven birçok insan, özellikle birçok aydın, zaman zaman Fikret’in bu şiirinde anlattığı ve yaşadığı duyguları yaşamış, bunalmış, umutlarını yitirir gibi olmuş fakat yine de bir çıkış yolu aramış ve bunun için de, ümit tomurcuklarını olan yeni nesiller yetiştirmeye kendini adamış ve ülkenin kurtuluşunu o ideal nesle16 bağlamıştır. Bu açıdan Fikret’in şiiri, doksan altı yıl önce yazılmış olmasına rağmen hâlâ ter ü tazedir. Daha bugün yazılmış gibi birçok insan, günümüzde de Rübab-ı Şikeste şâirinin bu mısralarını büyük bir heyecanla okuyabilir.

Zaten bilimsel eserlerle, başarılı edebî eserler arasındaki en büyük fark da budur. Bilimsel eserler, ne kadar büyük, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar bir süre sonra eskirler, aşınır ve aşılırlar. Fakat başarılı edebî eserleri yıllar, hatta yüzyıllar eskitemez, aşındıramaz. Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlâna’nın eserleri gibi ve üzerinde durduğumuz Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiiri gibi.

| 0 yorum ]

Tarih boyunca varlığını devam ettirmek ve geleceğini garanti altına almak "millet" olarak kalmanın vazgeçilmez şartı olduğundan, milletimiz de kendi tasavvuruna uygun, ideal ve özlemlerini gerçekleştirecek, kendini aydınlık iklimlere taşıyacak nesiller yetiştirmenin gayreti içinde olmuş; bunun için dâima maddî ve mânevî imkânlarını seferber etmiştir. 

İdeal nesillerin vasıflarının belirlenmesinde, insanımızın dünyaya bakış açısı en temel faktör olmuştur. Milletimizin İslâmiyet'le müşerref olmadan önceki dönemlerde benimsediği insan tipi, aksiyonu temsil eden daha ziyade dışa dönük "alp" kişiliğidir. Bunun karakteristik vasıflarını Oğuz Kağan Destanı'nda görmekteyiz. Oğuz Kağan'ın lisanıyla; "Daha deniz daha müren (ırmak) / Gün tuğ olsun gök kurıkan(çadır)" diye türküler söyleyen bu nesil, dünyayı fethedilecek bir zemin, diğer insanları da hâkimiyeti altına alacağı birer unsur olarak görür. Bu "Türk" mizacına İslâm ruhunun girmesiyle gerçek insanî ufku temsil eden yeni bir insan modeli ortaya çıkar. "Veli" olarak tarif edilen bu insanlar da "alp"ler gibi at sürerler; fakat bu atın yönü, en büyük düşman olarak gördükleri nefislerine doğrudur. Bu modele en güzel örnek Yunus Emre'dir. Bunun yanı sıra, dış özellikleri itibariyle "alp"e, iç dünyalarındaki derinlik itibariyle velilere benzeyen "alperen"ler ortaya çıkar. Osmanlı'yı, alperenlerin meydana getirdiği bir şaheser olarak görmek hiç de yanlış olmaz. Osmanlı'nın son dönemlerindeki kötü gidişat, yeni insan modellerinin aranmasına sebep olur. Bu arayışlar, Osmanlı'da 'yeni aydın' tipinin ortaya çıkmasına sebep olur. Bu tipin vasıfları şairlerin ve mütefekkirlerin dünya görüşüne göre şekiller alır. 

Yakın dönemimizde bazı mütefekkir ve şairler, içinde bulundukları dönemin sıkıntılarını aşacak "yeni aydın" tipinin ideal kahraman ve nesil prototiplerini çizmişlerdir. M. Akif'in Asım'ı, Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Gençliği ve Tevfik Fikret'in Haluk'u bu prototiplere birer misâldir. Türk edebiyatının önemli şairlerinden Tevfik Fikret'in eserlerinde ve fikirlerinde önemli bir yer tutmuş olan Haluk, babası tarafından çocukluğundan itibaren yeni aydın tipinin temsilcisi olacağı ümidiyle yetiştirilir.

Haluk kimdir?

Haluk; Tevfik Fikret'in, şahsında yarının gençliğini sembolleştirdiği oğludur. Fikret'in, fikirlerini bir uygulama sahası olarak gördüğü Haluk, 14 Haziran 1895 tarihinde İstanbul'da doğar. Fikret çok sevdiği oğlu için şiirler yazar, kitaplarına onun adını koyar. Haluk; Fikret için ülkenin kalkınma sembolü, "karanlıkları boğacak ışık, gökten deha-yı nârı çalacak olan kahraman"dır.

Fikret, 'Ferda' (yarın) olarak gördüğü Haluk'u çok sevmektedir. Ondan ayrı kalmak Fikret'i üzmektedir. Nitekim 1898 yılında Haluk henüz üç yaşındayken, Fikret ilk defa tutuklanır ve uzun uzadıya sorgulanır. Bu sorgulamalar esnasında oğlunu çok özleyen şair, "Halukçuğa" başlıklı şirini yazar:
Ağlayan kim, ninen mi yavrucuğum,
Bizi pek çok seven mi yavrucuğum?
Sen Halûk'um; o, nazlı mâşukam,
O mu kıymetli, sen mi yavrucuğum?
Sizi bir an tahattur etmeyecek
Hangi mel'un, o ben mi yavrucuğum?

Fikret, oğlunu geleceğe henüz çok küçük yaşlarda hazırlamaya başlamıştır. Ona daha küçük yaşlarda 'garipler ve yoksullar' için kendi zevklerinden feragat etmenin telkinini yapar. "Haluk'un Bayramı" başlıklı şiirinde, güzel elbiseler giymiş oğluna, babasız çocukları hatırlatır ve elbiselerini onlara vermesini ister. Bu şiirinde Fikret, Haluk'a kendinin güzel elbiseler giyerek sevinmesinin, yetimleri ve öksüzleri sevindirmediğine, aksine onları üzüp, ağlattığına dikkatleri çekmiştir:
Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin?... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Siyah-ı mâteme benzer terâney-î idi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu rûy-ı zerd-i sefâlet... Evet, meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor... Halûk dinle!


Fikret yine masal üslûbuyla yazdığı "Devenin Başı" isimli şiirinde; "Haksızlık eden başları bir gün koparırlar!" diyerek oğluna bazı mesajlar vermeye devam etmektedir. Fikret "Haluk'un Defteri" başlıklı şiirinde, oğlunun bir cümlesine dikkatleri çeker: Haluk, defterine bir Türk bayrağı çizmiş ve bayrağın altına; "Ölmek ve yaşatmak seni!" yazmıştır. Fikret bunu şiirinde şöyle anlatır:
Defter bile denmez, sekiz on parça kâğıttır;
Üstünde Halûk'un mütereddid kalemiyle
Saf saf karalanmış yazılar, şüpheli hatlar;
Bir yanda vatan bayrağı, altında şu cümle:
"Ölmek ve yaşatmak seni!"


Bu cümle Fikret'i o kadar heyecanlandırır ki, cümlenin yazıldığı kâğıtlar, Fikret için "bir yâr, bir yâr-i samîmî" olur. Fikret, şiirini bayrağa yaptığı şu hitapla bitirir:
Ey şanlı vatan bayrağı, bir gün seni oğlum
Bir mevkib-i zî-heybet-i hürriyet önünde
Çekmiş görebilseydim... O, pür-hande ölürken
Etmezsem eğer şevkıni takdîs ile secde,
Dünyada en alçak baba elbet ben olurdum


Fikret, 1909 Eylül'ünde henüz on dört yaşındayken Haluk'u elektrik mühendisliği öğrenimi için büyük ümitlerle İskoçya'nın Glasgow şehrine gönderdi. Aynı günlerde evlât sevgisiyle dolu olan şair, "Haluk'un Vedaı" isimli şiirini yazdı. Fikret bu şiirinde, oğlunun oradan vatan ve millet için faydalı bir insan olarak döneceği inancını işliyor ve Haluk'a şöyle nasihatte bulunuyordu:
Ey şetâretli yolcu, sen yürü geç
Sen bu menhelde kalma; sıçra, atıl
Bir ziyâ kervanı bul ve katıl.
Dâima önde, dâima yukarı;
Gez, dolaş, kâinat-ı efkârı;
Pür- tehâlük hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: San'at, fen
İtimat, itinâ, cesaret, ümîd;
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd
Bize bol bol ziyâ kucakla getir
Düşmek, etrafı görmemektendir!...


Fikret, "Promete" başlıklı şiirinde Haluk'tan isteklerini tekrarlamaktadır. Promete, Haluk'un şahsında bütün vatan gençlerine seslenen bir şiirdir. Nasıl Yunan mitolojisinde Promete, güneşten ateşi çalıp insanlara sunan bir kahraman ise, Fikret de, oğlunun şahsında, bütün vatan gençlerini Batı'nın ilim ve tekniğini alarak milletlerini aydınlatmaya çalışan birer kahraman olmaya davet etmektedir. Fikret bu şiirde oğluna "meçhul elektrikçi" diyerek onu özel bir isim olarak değil, bütün gençliğin temsil-i ruhiyesi olarak görür:
……………………………………Ey
Müştâk-ı feyz u nûr olan âti-i milletin
Meçhul elektrikçisi, aktar-ı fikretin
Yüklen getir -ne varsa- biraz meskenet- fiken
Bir parça ruhu, benliği, idraki besleyen


Fikret, Haluk'la ilgili şiirlerinde; 'ışık, feyiz, nur, ziyâ' kelimelerini özellikle kullanır ve devamlı karanlıkları yok edecek ışıktan bahseder. Yine Haluk'un şahsında gençlere seslendiği "Sabah Olursa" şiirinde, bu motif daha net bir şekilde görülür:
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-ı ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra


"Haluk'un Vedaı" şiirindeki "Bize bol bol ziyâ kucakla getir!" mısraından da anlaşılacağı üzere o, ışık kelimesini "bilim" mânâsında kullanmaktadır. Ona göre bilim, bütün dertlerin devasıdır. Hatta bilim siyah toprağı bile altın yapacaktır. "Haluk'un Âmentüsü" adlı şiirinde bunu şöyle dile getirir:
Bir gün yapacak fen, şu siyah toprağı altın
Her şey olacak, kudret-i irfanla inandım


Tanzimat'la birlikte neredeyse bütün aydınlar bilime ve tekniğe büyük ehemmiyet vermiştir. "Bu şahsiyetler arasındaki fark, hepsinin birleştikleri bu noktadan ziyade, diğer sosyal ve beşeri kıymetlere verdikleri ehemmiyettedir. Akif, din+ilim; Gökalp, millî kültür+ilim terkibine inanmışlardır. Fikret ise, din ve millî kültürün yerine, bir hayli müphem olan insaniyetçilik fikrini koymak istemiştir." 1 Fikret'e göre ülkeyi düştüğü kaostan ancak fen kurtaracaktır, bilim çok önemli bir ışıktır, cehaletin üzerine güneş gibi doğacaktır. Fikret, Akif'ten farklı olarak bilimi putlaştırmıştır. Bugün bilim ve teknoloji yüksek bir seviyede olmasına rağmen gelişmiş dünyada huzur yoksa, bu, Fikret'in tespitinin eksik olduğunun bir göstergesidir. Aslında hayatının bir döneminde tevhitler yazan, Sabah Ezanı, Ramazan vb. şiirlerinde İslâmî esaslara uygun Allah inancını anlatan mısralarıyla dikkatleri çeken, Yasin okuyup, namazlarını kılan; ama daha sonraları "Tarih-i Kadîm", "Tarih-i Kadîme Zeyl" vb. şiirlerinden de anlaşıldığı gibi, bütün ilâhî dinleri inkâr ederek tek kurtuluş kapısı olarak bilimi gören Fikret'in hastalığı, 19. asrın müzmin hastalığı olan pozitivist felsefedir. İleriki yıllarda "kendini on dokuzuncu asrın sığ pozitivizmine kaptıran Fikret, dinin derin mânâsını anlayamamıştır." 2

Haluk ne olmuştur?
Türk edebiyatında ve fikir tarihimizde üzerinde sıkça durulan Fikret'in gözbebeği Haluk'un akıbeti ne olmuştur. Fikret, çocukluğundan beri Türk milletinin aydınlık geleceğinin temsilcisi olarak gördüğü Haluk yüzünden en ağır tenkitleri almıştır. Çünkü Haluk, Robert Kolej'den ayrılıp İskoçya'da elektrik mühendisliği tahsiline başladığında Hristiyan bir ailenin yanına yerleştirilir. Haluk, tam hayatına yön verilecek bir çağda olduğundan ve millî ve manevî değerlerle yeterince donatılmadığından içindeki boşluğu burada doldurma arayışına girer. Bu yıllarda henüz 16 yaşında olan Haluk, bu ailenin telkinleriyle Hristiyanlığı seçer. Bu hazin durum, Türkiye'deki aile efratlarını üzer, özellikle çocukluğunda Haluk'u cuma namazlarına götüren dedesinin sinir krizlerine tutulmasına sebep olur. Haluk 1913 yılında izini kaybettirmek için, Amerika'ya geçer, Michigan Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümüne yazılır ve burayı 1916'da çok iyi bir dereceyle bitirir.

Fikret'in; “siyah toprağı altın yapacak fen”i ülkeye getirmesi için küçük yaşlarda İskoçya'ya gönderdiği ve "Bize bol bol ziyâ kucakla getir!" diye tavsiyelerde bulunduğu oğlu Haluk, 1913'ten sonra bir daha yurda dönmez. Burada hem dinini hem uyruğunu terk eder ve başka bir dünyanın iklimine uzanır. Haluk'un bu hareketi, Fikret'in hayatını bilenler için önemli iki hâdiseyi hatırlatmaktadır: Fikret, "Haluk'un Âmentüsü" başlıklı şiirinde; "Toprak vatanım, nev-i beşer milletim!" diyerek, beynelmilel bir anlayış ortaya koymaktadır. Yine Fikret, "Galatasaray Lisesi ve Robert Kolej'deki görevlerinden dolayı bir dostunun: 'Niçin millî kurumlarımızda değil de, bir yabancı eğitim kurumunda çalışmayı tercih ediyorsunuz?' şeklindeki bir serzenişine; 'Benim irfanım artık tebdil-i tâbiiyet etmiştir.'der." 3 İrfanının tabiiyet değiştirdiğini söyleyen Fikret'e karşılık oğlu, her şeyiyle tabiiyet değiştirmiştir. Bu durum Müslüman ailelere çok önemli bir mesaj vermektedir: Çocukların müspet ilimler kadar, hatta daha fazla mânevî donanıma ihtiyacı vardır. Bu ihmal edildiğinde hedefin tam zıddı bir durum her zaman ihtimaller dahilindedir.

Haluk üniversiteyi bitirdikten sonra Amerikalı bir kadınla evlenir ve bazı üniversitelerde ihtisas yapar. Bu yıllarda boş zamanlarını "büyük hayranlık duyduğu" Hristiyanlığı araştırmaya vakfeder. 1928'de iş hayatına atılır ve büyük bir başarı göstererek mutfak malzemeleri üreten bir firmanın bölge temsilciliğini alır; neticede büyük bir servet sahibi olur. 1943'te verdiği bir kararla bir daha maddiyata dönmemek üzere kendini Hristiyanlığa verir. Bu yıl içinde Presbyterian Kilisesi'nin rahip yardımcılığına, 1956'da da Orlando'da rahiplik rütbesine yükselir. Bu sıfat, o tarihe kadar doğuştan Hristiyan olmayan sadece beş kişiye verilmiştir.

Haluk, Amerikalı eşinden doğan çocuklarına Türkçeyi öğretmemiştir. Bu durum onun Türkçe ve Türkiye ile olan son bağlarını da koparmıştır. Haluk nihayet Haziran 1965'te Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibiyken ölür.

Kaynaklarda Haluk'un iç dünyasına dair fazla bilgi yoktur. Şair Talat Halman, Haluk'un hayatında bilinmeyen noktaları açıklığa kavuşturmak için 1963 ve 64'te Haluk'tan bilgi almaya çalışır. Halman, yazdığı bazı mektuplara cevaplar alır ve bunları daha sonraları bir gazetede yayımlar. 4

Halman, mektuplarında Haluk'tan 'neden din ve uyruk değiştirdiğini, ülkesine bir daha neden dönmediğini, babasıyla arasının açık olup olmadığını' ve yukarıda bahsettiğimiz "Toprak vatanım, nev'i beşer milletim!" mısraını nasıl anladığını öğrenmek ister. Haluk, mektubunda babasıyla ilgili şunları söyler: "Babam, bende edebiyat ve sanat istidadı bulunmayışından dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramıştı. Ünlü şiirlerini yazdığında ben çocuk denecek yaştaydım. İtiraf edeyim ki, o şiirleri anlamıyordum." Ve ardından babasının şiirleriyle ilgili acı bir gerçeği şöyle dile getirir: "Babamın benim adıma yazdığı şiirlerin bir nüshası bile yok elimde. Zaten Türkçeyi de büyük zorluk çekerek okur oldum."5 Ve Haluk, imzasını 'H. Halouk Fikret' şeklinde atar.

Haluk'un, Talat Halman'ın mektuplarına 28 Ocak 1964'te yazdığı cevapta, babasıyla ilgili şunlar vardır: "Babamın sanat ve şiir istidadına kıyasla ben fazla pratik bir insandım. Zannederim, kendi hayatında gayet önemli olan şeylere ciddi ilgi göstermeye elverişli olmayışım, onu hayal kırıklığına uğratmıştı." 6Evet, Fikret'in tâ bebekliğinden beri büyük ihtimamla büyüttüğü, Türk gençliğinin gelecekteki sembolü olarak gördüğü, dönemin en iyi okullarında okuttuğu, ziyâ kucaklayıp getirmesi için aydınlık(!) diyarlara gönderdiği Haluk'un yapısı ve kişiliği, babası için önemli olan konulara ciddi alâka göstermeye elverişli değildi. İskoçya'ya gönderirken oğluna; "Beklerim bir zafer esâsen ben, kılıcından ziyâde kalbinden!" diyen Fikret, oğlundan zafer değil, büyük bir hezimet görmüştü.

Haluk'un aynı mektubunda başka bir bilgi daha yer almaktadır: "1916 Haziran'ında ABD'de makine mühendisliğinden mezun oldum. 1920'de Robert Kolej'e makine mühendisi olarak girecektim. Eşimle pasaportumuzu çıkartmıştık, birkaç hafta içinde vapurla yola çıkacaktık. Tam o sırada yurda dönmenin uygun olmayacağı haberi geldi. Bu, dinî inancımdaki değişme yüzündendi. Dinî temayüllerimdeki değişmeyi babam biliyordu. Bunu bir defasında babamla konuştuk; ama kendisi bu bakımdan açık fikirliydi. Kendi kararlarımı kendi başıma vermemi istedi. Annem hiç memnun olmadı. Dedem ise (annemin babası), hayal kırıklığına uğradı. Babam, Allah'ın birliğine inananlardandı. Allah'a Yaradan olarak inancı vardı." 7

Haluk yukarıda verdiği bilgiye göre 1916'da okulunu bitirmiştir. Birinci Dünya Harbi'ne denk gelen bu tarihlerde yurda gelerek, çocukluğunda Türk bayrağının altına yazdığı "Ölmek ve yaşatmak seni!" mısraındaki hislerini gerçeğe dönüştürerek, vatan uğrunda bir mücadeleye girişebilirdi. Fakat Haluk, buna yanaşmamış, ülkesi "derinden gelen zelzelelerle sarsılırken" ülkesinden oldukça uzaklarda yaşamayı tercih etmiştir.

Cemil Meriç: "Haluk, bir cins isimdir, tarihten kaçanların ismi." 8 diyerek yabancılaşmış Türk aydınını Haluk'un şahsında müşahhaslaştırır. Bizce Haluk'un durumu, Tanzimat'tan bu yana çocuklarına sağlam bir dinî eğitim ve şuur verememiş anne-babaların durumunu çok güzel yansıtır. Çocuklar ne kadar modern okullarda okutulsa, onlara ne kadar güzel imkânlar sunulsa da, millî ve mânevî değerlerle donatılmadıkları takdirde, hiçbir zaman istenen gâyeye ulaşılamayacaktır. Evet Haluk, kaybolmuş veya kaybedilmiş nesillerin ortak adıdır. Fikret, Haluk için yazdığı bir şiirinde (Bir Tasvir Önünde) ona şöyle hitap ediyordu:
İnsanlığı ihyâ için îsâr edeceksin;
Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!

Bu sözlerin doğruluğu şüphe götürmez; fakat Haluk doğru yolu bulamadığı gibi, gittiği yolda da hep yalnız kalmıştır. Belki de Fikret, "İnan Halûk, ezeli bir şifâdır aldanmak!" mısraıyla, Haluk'tan beklediklerinin bir arzudan öteye geçemeyeceğini seziyordu.

| 1 yorum ]



HABER YAZILARI
"İnsanlar arası ilk ilişkilerden biri haberleşmedir. Bugün hayvanlar dünyası gözlendiğinde 
yine aynı gerçekle karşı karşıya kalırız. Leyleklerin göç katarlarının idaresi;  arılardaki, 
karıncalardaki iş bölümü; anaç tavuğun yavrularını büyütmesi başka nasıl açıklanır? İlk 
insanlardan günümüze haberleşme dumandan, davuldan, kuştan, atlı postalardan, motorlu 
postalardan; günlük gazetelere, sesli radyo haberlerine, görüntülü televizyon haberlerine, 
bilgisayar ağlarına uzanan bir gelişme göstermiştir.
Günlük gazetelerde, belli aralıklarla yayınlanan dergilerde, meslek kuruluşlarının belli 
aralıklarla yayınladığı bültenlerde; radyo ve televizyonlarda belli zaman aralıklarıyla 
sunulan bültenlerde halka duyurulmak üzere yayımlanan yazılara haber denir. Yayın 
organlarının en büyük desteği haberdir. Hiç bir yayın organı habersiz düşünülemez. Bir 
haberin değeri okuyucu sayısıyla belirlenir. Bu nedenle her olay haber olmayabilir. Belli bir 
okuyucu kitlesine ulaşabilecek olaylar haber sayılır.
Haber kaynağını yaşamdan alır. Genel olarak bu kaynaklar üçe ayrılır:
1. Resmi Haberler, 2. Özel Haberler, 3. Ajans Haberleri. Resmi haberler, resmi ve özel 
kuruluşlardaki yetkili kişilerden alınan haberlerdir, özel haberler, halk arasından toplanır. 
Ajans, haber toplama ve yayma işleriyle uğraşan kuruluştur. Haberde; yurtiçindeki, 
yurtdışındaki önemli ya da ilginç olaylar kısa ve özlü bir biçimde halka sunulur, gerekirse 
resimle, fotoğrafla desteklenir. Haber yazıları, anlattığı olayın türüne göre ad alır: Siyasal 
haberler, ekonomik haberler, bilimsel haberler, teknoloji haberleri, sanat haberleri, spor 
haberleri, sosyal haberler... vb. Skandal ve dedikodu haberleri... gibi halk arasında heyecan 
yaratan haberler vardır, böyle haberlere sansasyonel haber denir. Haberin anlatımı çoğunlukla 
resmi olmak zorundadır. Haber toplayana, haber yazana muhabir denir.
Gazetecilikte bir haberde aranan ilkeler nelerdir?
Gazete haberlerinde uyulması gereken İlkeler vardır. Bir haberde bunların eksiksiz verilmesi 
gerekir:" Ne?/Kim?; Neyi?/Kimi?; Nasıl?; Niçin?; Nerede? ;Ne zaman?" sorularının yanıtlan 
haberde bulunmalıdır.
 Ne/Kim: Habere kaynak olan olayın kimin başından geçtiği ya da neyin bir olay 
sonucunda etkilendiği bildirilmelidir. Örneğin: "Vezüv yanardağı patladı", "Tarihi 
Zeus Heykeli Kaçırıldı." “Atatürk Bütün Yurtta ve Dış Temsilciliklerimizde Anıldı.”
 Nasıl: Habere kaynak olan olayın yapılış, meydana geliş sürecinin anlatıldığı 
bölümdür.
 Niçin: Her olayın bir nedeni vardır. En kötü olayları gerçekleştirenler bile, bir nedenin 
arkasına sığınırlar. Doğada nedeni çözülemeyen olaylarla bilim adamları hâlâ 
uğraşmaktadır; kanserin oluş nedenleri, ozon tabakasının delinmesinin nedenleri...
 Nerede: Yeryüzü bir yerdir. İnsan bir yerde doğar. Sütün olaylar bir yerde geçer. Yer 
bilgisi haberlerde genelden, tikele doğru verilir; ülke,  il, (varsa ilçe, köy), mahalle, 
semt, cadde, sokak, ev, mutfak...
 Ne zaman: Yine bütün olaylar bir zamanda meydana gelir. Zaman bilgisi de 
haberlerde genelden, tikele doğru verilir; yıl, ay, gün, saat, dakika...
Haber yazmak çok önemlidir. Muhabir, bu ilkeleri uygularken okuyucu ile bağını 
koparmamak zorundadır."
(Canan İleri, Yazılı Anlatım Türleri I)
Türk Ve Dünya Edebiyatında Gazetenin Tarihsel Gelişimini
Tarihte ilk olarak yazı ile haber verme işine Romalılar zamanında teşebbüs edilmiştir. Julius 
Caesar tarafından tesis edilen Açta Diurna önemli haberleri halka bildirmek için meydanlara 
asılan bir nevi duvar ilanı idi. Bu usul sonraları " Hususi Mektuplar" adı ile basın tarihinde yer 
almıştır. Daha sonraları bu duvar haberleri, halk karşısında okunmaya başlanmıştır. Buna 
örnek olarak Kanuni Sultan Süleyman devrinde, Osmanlı-Venedik Savaşları sırasında yazılan 
ve savaş haberlerini veren " Venedik Mektupları" örnek gösterilebilir (1536). XVI. Asırda çok 
meşhur olan bu mektuplara çeşitli adlar verilmiştir. Mesela Venedik'te, böyle kayıtları okuma 
karşılığı olarak en küçük Venedik parası olan bir "gazetta" ödendiği için bundan "gazete" adı 
çıkmıştır.
Matbaacılığın icadı mektupların geniş ölçüde yayımlanmasına imkan vermiştir. Şimdiki 
manasıyla ilk gazete; Strasburg'ta Alman diliyle yayımlanmıştır (1609). Bu haftalık gazete 
Avisa Relation oder Zeitung'tur. İlk günlük gazeteler Almanya'da Leipziger Zeitung (1660), 
İngiltere'de Daily Courant (1702), Fransa'da Journal de Paris (1777) dir.
Bizde Basın Ve Gazetecilik
Türkiye'de ilk basımevi, Gutenberg'in Avrupa'da 1455'te ilk kitap olarak İncil'i basmasından 
kırk yıl sonra kurulmuştur. İspanya'dan uzaklaştırılan Yahudilerden bazıları Osmanlı ülkesine 
sığınırken, ilk basımevlerini yanlarında  getirmişlerdir. Basımcı David ve Samuel Nahmes 
kardeşler, Hazret-i Musa'nın Beş Kitap adlı kutsal kitabını 1494 yılında İstanbul'da 
basmışlardır. Bunu ilerleyen yıllarda Rum ve Ermeni basımevleri takip etmişse de 
Türkiye'deki basımevlerinin hiçbirisinde kitaplar Türk diliyle basılmamaktaydı. Bunu nedeni, 
geçmişini elyazması yoluyla sağlayan on binlerce insanın çıkarlarının bozulmak istenmemesi, 
olarak görülmüştür.
İlk Türk matbaası, III. Ahmet ile veziri Damat İbrahim Paşanın destekleriyle, İbrahim 
Müteferrika ile Sait Efendi tarafından 1727'de İstanbul'da kurulmuştur. Basılan ilk eserleri ise 
Vankulu Lügati' olmuştur.4 HABER YAZILARI
Türkiye'de ilk gazete, bilindiği kadarıyla, Fransız Devrimi üstüne, İstanbul'daki Fransız 
elçiliğince Fransızca olarak çıkan ve kısa ömürlü bir gazete olan, Bulletin des Nouvelles( 
Haberler Belleteni)’dir. 1795 yılı ortalarında yayınlanmaya başlanmıştır.
Türkçe basın hayatı ise 1 Kasım 1831de Takvim-i Vekâyi'nin Yayınlanmasıyla başlar. II. 
Mahmut öncülüğünde çıkan bu gazete devletin resmi gazetesi idi ve devlet görevlileri  ve 
aydınlar başta olmak üzere olaylar hakkında yurttaşlarını bilgilendirme amacı gütmekteydi.
Bu gazeteyi, ilk özel gazete ya da yan resmi gazete olarak adlandırabileceğimiz ve İstanbul'da 
ticaretle uğraşan bir İngiliz olan William Churchill'in 3 Temmuz 1840'ta çıkardığı Ceride-i 
Havadis adlı gazete izlemiştir. 
21 Ekim 1860 tarihinde de Agah efendi tarafından Tercümân-ı Ahvâl gazetesi çıkarıldı. 27 
Haziran 1862'de ise Agah Efendi'nin gazetesine yazıları yayınlanan  Şinasi Tasvîr-i Efkâr 
gazetesini çıkarmıştır. Şinasi'nin Avrupa'ya gitmesiyle Tasvîr-i Efkar'ın başmuharrirliğine 
Namık Kemal geçmiştir.
Bir başka gazete ise Filip Efendi tarafından yayınlanan Muhbir'dir. Bu gazete ile kamuoyu bir 
başka genç yazarı; Ali Suavi'yi tanımıştır.
Bu ilk Türk gazeteciler, Türk gazetecilik tarihinin öncüleri olmuşlar ve birçok ile imza 
atmışlardır Osmanlı'nın çalkantılı yıllarında "halka, halkın yararlarını düşünmeyi ve 
sorunların üstünde durmayı göstermek" amacını gütmüşlerdir.
Bu gazetelerle birlikte yeni dergiler de yayın hayatına katılmışlardır. Bunlar arasında; 
Vekâiyi-i Tıbbiye, Mecmuâ-i Fünûn, Mecmuâ-i Askeriye ve Mirat sayılabilir. Yayınlanan 
gazete ve dergi sayısındaki artış ile birlikte 1864'te bir Matbuat Nizamnamesi yapmak gereği 
duyuldu. Bu nizamname ile gazete yayıncılığı ön izin koşuluna bağlanmıştır. Daha sonraları 
ise 1867'de Kararname ile hem basın için uyulması zorunlu geniş bir yasaklar kataloğu 
düzenlenmiş, hem de hükümete, bu yasaklara uyumadıkları gerekçesiyle gazeteleri kapatma 
yetkisi tanınmıştır. Bu yasakların ardındaki asıl gerekçe ise yeni yeni filizlenmekte olan Genç 
Türkler hareketinden duyulan rahatsızlık idi. İdare-i mutlaka yerine idare-i meşrutiye'yi 
savunan bu grup ülke içindeki yasaklardan dolayı, Ali Suavi'nin yönetiminde ilk sayısı 31 
Aralık 1867'de Londra'da çıkan ve yayını 3 Kasım 1868'e kadar sürdürülen Muhbir gazetesini 
çıkarmışlardır. Bu aynı zamanda yurt dışındaki Türk gazeteciliğinin başlangıcıdır.
Bu gazeteyi Namık Kemal'in 29  Haziran 1868'de Londra'da yayına başlayan ve "Meşveret 
Usûlü Hakkında Mektuplar" adlı yazı dizisiyle dikkatleri üzerine çeken ve demokratik ve sivil 
bir Türk toplumunu savunan Hürriyet gazetesi izlemiştir. Bu gazete 1869 Eylülünde çıkan 63. 
sayısına kadar Namık Kemal yönetiminde, daha sonraları ise  Haziran 1870'te çıkan son 
sayısına kadar Ziya Bey tarafından çıkarılmıştır. Ayrıca bu gazete Türkiye'deki ilk fikir 
gazetesi olarak nitelenegelmiştir.
Bunlardan başka 13 Aralık 1872 ile 5 Nisan 1873 tarihleri arasında önceleri Ahmet Mithat 
daha sonra ise Namık Kemal ve Kadrosu tarafından İbret gazetesi  vardır. İbret gazetesinin 
kapatılması Namık Kemal'in "Vatan yahut Silistre" oyununun ardından olmuş ve yazarları 
sürgün edilmiştir.5 HABER YAZILARI
II. Meşrutiyet' ilanı ve Kanun-i Esasi'nin yeniden yürürlüğe girmesiyle Türk basını yeniden 
canlanmıştır. Yayınlar üzerindeki sıkı denetim ortadan kalkmış bu da basın hayatında büyük 
bir canlılığa sebep olmuştur. Bu tarihten sonraki iki buçuk ay içerisinde iki yüzden fazla 
gazete imtiyazı alınmışsa da bunlardan birçoğu uzun süreli olamamıştır. 31 Mart Vakası'ndan 
sonra sansür tekrar basın üzerindeki kontrolünü artırmıştır.
1908 ile I. Dünya Savaşı arasında çıkan gazeteler genellikle, İttihat ve Terakki yanlısı, 
muhalifi yada tarafsız olmak üzere üç gruba ayrılmışlardı. İttihat ve Terakki yanlısı olanlardan 
bazıları şunlardır: Şûrâ-yı Ümmet, Tanîn, Hak, Tasvîr-i Efkâr, Millet, Hürriyet, İttifak, İttihat, 
Servet-i Fünûn, Hak Yolu ve Tercümân-ı Hakikat.  İttihat ve Terakkiye muhalefet eden 
gazeteler ise: Mizan, Tanzimat, Serbesti, Sedâ-yı Millet, Hukûk-u Umûmiye, Hilal, Peyâm ve 
Alemdâr'dır. Yeni Gazete, İkdam ve Sabah gazeteleri ise tarafsız kalanlardır.
Balkan Harbi'nden sonra Tevhîd-i Efkâr yayın hayatına başlamış, 1917'de Vakit, I. Dünya 
Savaşı'nın son senesinde ise Âti, Akşam, Yenigün ve Zaman gazeteleri bunu takip etmiştir. I. 
Dünya Savaşı boyunca yine harp dolayısıyla basın üzerindeki sansür şiddetini korumuştur. 
Mütareke devrinde ise gazeteler hem İstanbul Hükümeti’nin hem de işgal kuvvetlerinin 
baskısı altında olacaklardı.
I.Dünya savaşı esnasında sıkı bir kontrole tabi tutulan basın birçok imkânsızlık nedeniyle 
kapanmak zorunda kaldı. Bu yıllar arasında basın için dış haber kaynağını Osmanlı telgraf 
ajansı oluşturuyordu.
Milli Mücadelede Anadolu Basını, büyük çoğunlukla, Milli Mücadele yanlısı olmuştur. 
İstanbul Basınının önemli bir kısmı da Milli Mücadele için destek vermiştir. Cumhuriyetten 
sonra ise yine genç cumhuriyetin ilkelerinin oturmasında, demokrasiye geçişte basının önemli 
bir rolü olmuştur.
Haber Yazılarının Özellikleri
 Haberin kaynağı yaşamdır.
 Güncel, önemli, ilginçtirler, doğrudurlar.
 Kolay anlaşılır bir üslubu vardır.
 Haberde (gazetecilikte 5 N 1 K ilkesi olarak da bilinen) şu beş sorunun cevabı 
bulunmaktadır: Ne (veya kim)? Nerede? Ne zaman? Nasıl? Niçin?
 Haber başlıkları ve bu başlıkların haber metniyle uyumu son derece önemlidir.
 Haberde giriş ve gövde olmak üzere iki bölüm bulunur. Giriş bölümünde birkaç cümle 
ile olayın kısa bir özeti verilir, haberin ayrıntıları gövde bölümünde yer alır.
 İyi bir haber yazısında şu özelliklerin muhakkak bulunması gerekir:6 HABER YAZILARI
 Haberde 5 N 1K ilkesi olarak bilinen soruların cevabı bulunmalıdır. 
 Haber de başlığı da ilginç olmalıdır.
 Haber özgün olmalıdır. 
 Okuyucu aynı haberi defalarca görmek istemez.
 Haber önemli olmalıdır. Haberin ilgilendirdiği okuyucu kitlesi çok olmalıdır.
 Haber doğru olmalı içinde muhabirin yorumu bulunmamalıdır.
Haberin; sosyal, kültürel ve günlük hayattaki yeri:
Siyasi, toplumsal, ekonomik, tarihi vb. her türlü olay haberlere konu olabilir. Yapılan haberler 
sosyal, siyasal, kültürel hayatımızı olumlu ya da olumsuz etkiler.
"Her şeyden önce, demokratik bir süreçte, haberin kamuoyunu oluşturmada ve 
biçimlendirmede önemli bir toplumsal ve siyasal rolü vardır. Bu rol, dördüncü güç 
metaforuyla anlatılır. Bu metaforun gerisindeki düşünceye göre, haber demokratik sürecin 
sağlıklı işleyebilmesinde yaşamsal bir işleve sahip olduğundan haber yayınlanmasında önemli 
bir kamusal çıkar bulunmaktadır. Okuyucular gazetelerdeki haberlere belirli bir ücret karşılığı 
gazeteyi satın alarak ulaşabilseler de bir haber bir kez yayınlandıktan sonra kamuya mal 
olmaktadır." Bu açıdan haberlerin doğru ve tarafsız yapılması çok önemlidir. Haber 
yapanların toplumu etkilediklerinin, toplumu yönlendirdiklerinin farkında olmaları gerekir. 
Haber yapanları bu bilinçle hareket etmelidirler.
Haber yazılarının günlük, doğru, kolay anlaşılır ve ilginç olmasının önemi:
Haber okuyan üstünde gerekli etkiyi bırakabilmesi için bir kere günlük olması gerekir. 
Okuyucu hep taze haber ister. Bayatlamış ve güncelliğini kaybetmiş haberler okuyucunu 
ilgisini çekmez. Yine okuyucu okuduğu haberle anlayabildiği ölçüde ilgilenir. Anlaşılması zor 
metinleri okuyucu tercih etmez. Dolayısıyla istenen hedefe ulaşılamaz. Haberin doğruluğu 
çok önemlidir. Çoğu zaman hayati öneme sahip haberlerle karşılaşırız. Bunların yanlış 
aktarılmamsı bireyleri, toplumu hatta ülkeyi bile bunalıma sürükleyebilir
HABER YAZILARI TERİMLERİ
Haber Başlıkları (Manşet)
 Manşet, derlenecek veya konuşulacak konu hakkında bilgi sunacak şekilde hazırlanan 
bazen bir cümleyi bulabilecek uzunluğa erişebilen ve konuya girmeden okunduğunda 
fikir edinebilmemizi sağlayan bir nevi önsözdür.
 Gazetedeki manşet haber en önemli olayı okuyucuya sunar. Sürmanşet, daha da 
önemli haberler için atılır
 Okuyucu, seyirci veya dinleyici ilgisini çeken haberlere yöneleceği için haber 
başlıkları ve bu başlıkların haber metniyle uyumu son derece önemlidir.
 Kalıplaşmış bir soru cümlesi değilse manşet soru şeklinde olamaz.
 Manşetler çok gerekli olmadığı sürece kişi eki alamaz, zaman olarak geniş zaman 
kullanılır ve edilgendirler.
 Manşetler manşeti atanın yorumlarını içermemelidir.
Haber yazılarında kullanılan bazı terimler:
 Gazete: Politika, ekonomi, kültür ve daha başka konularda haber ve bilgi vermek için 
yorumlu veya yorumsuz, her gün veya belirli zaman aralıklarıyla çıkarılan yayın.
 Haber: Bir olay, bir olgu üzerine edinilen bilgi, salık: İletişim veya yayın organlarıyla 
verilen bilgi
 Sütun:  Gazete, dergi, kitap vb. yazılı şeylerde, sayfanın yukarıdan aşağıya doğru 
ayrılmış olduğu dar bölümlerden her biri, kolon:
 Sürmanşet: Gazetelerin birinci sayfasındaki logonun üzerinde kullanılan başlık
 Manşet: Gazetelerin ilk sayfasına iri puntolarla konulan başlık:
 Muhabir: Basın ve yayın organlarına haber toplayan, bildiren veya yazan kimse
 Ajans: Haber toplama ve yayma işiyle uğraşan kuruluş.
 Tekzip: Yalanlama
 Asparagas: Uydurma.
 Sansasyonel: Dikkat çeken, çarpıcı, beklenmedik

| 0 yorum ]


 BASININ DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
Geniş anlamda basın; her çeşit haberi ve fikri, belirli periyotlarda basarak, topluma
ulaştıran tüm yayın ürünleridir. Günlük basın ürünlerine gazete, haftalık, on beş günlük, aylık
vb. basın ürünlerine de dergi denir.
Tarihin kaydettiği dönemlere kadar uzanabilen bilgimiz, bize insanların toplum içinde
yaşadıklarını, insan hayatının toplum hayatıyla birlikte süregeldiğini göstermektedir. En ilkel
toplumlardan en ileri toplumlara kadar her zaman ve her yerde insanlar aileleri ve çevreleri
ile iletişim halinde olmuştur. Toplumun bireyi olan insan, daima çevresinde olup bitenleri
öğrenmek, kendi başına gelenleri başkalarına duyurmak, bunlar üzerinde düşünmek ve
düşündüklerini de başkalarına iletmek ihtiyacını duymuştur. İşte bu ihtiyaç ;yani yaşanan anda
olup bitenleri öğrenme merakı haberleşme eylemini yaratmıştır.
Biri alıcı, diğeri verici olarak nitelendirilen iki kişi, iki taraf arasında, herhangi bir aracı
olmadan yapılan bu tür haberleşmeye, doğrudan doğruya haberleşme denir. Bu tür
haberleşmenin başlıca özelliği sözlü oluşudur. İki taraf arasında ani ve karşılıklı bir diyalog
kurulmakta, haberin yayılma alanı gerek zaman, gerekse mekân yönünden çok sınırlı
olmaktadır.
Bağlantı
Bir haberlerin diğer kişilere ;yani üçüncü şahıslara da aktarılması mümkündür. İşte bu
haberleşme eyleminin en eski, en etkin ve en yaygın aracı, özellikle yazının icadından
günümüze kadar çeşitli aşamalar geçiren ve yirminci yüzyıl dünyasında dördüncü kuvvet
olarak nitelendirilen basındır.
Basını kısaca haberleri toplama ve bu haberleri yayma aracı olarak tanımlayabiliriz.
Konuya bu açıdan bakınca basının ilk insan topluluklarıyla yaşıt olduğunu görmekteyiz.
İnsanlar birbirleriyle haberleşme ihtiyacındadır ve insanlar arasındaki ilk haberleşme
işaretleşme ile başlamıştır. İlkel toplumlarda yüksek tepeler üzerinde ateş yakarak ,(Bazı
Kızılderili kabilelerinde bu gün hâlâ görüldüğü üzere) uzaklardan belirlenecek şekilde duman
çıkartarak, Afrika yerlilerinde olduğu gibi tam tam çalarak, işaretler ve seslerle doğrudan
doğruya yapılan bu kişisel haberleşme yanında, haberlerin ulaştırılmasının mekânla ilgili
olduğu, araya uzun mesafeler girdiği zamanlar, doğrudan doğruya haberleşmenin sosyal bağın
devamlılığını sağlamaktaki yetersizliği anlaşılarak, yaya veya atlı haberciler gönderilmesi
zorunluluğu doğmuştur.
Marka Polo’ya göre, Moğol İmparatorluğu haber ulaştırma işinde iki yüz bin attan
yararlanmıştır. Yunanlıların Persleri yenilgiye uğrattığı haberlerini kırk iki kilometrelik bir
koşudan sonra Atina’ya ulaştıran bir yaya habercidir.
Ancak haberlerin yaya veya atlı haberciler aracılığıyla ve kişiden kişiye aktarılmak
suretiyle iletilmesinde bazı sakıncalar ortaya çıkmış, iletilen haberin anlamının değiştiği, çoğu
kez söylenti haline geldiği, habercilerin haberleri genellikle kendi ihtiyaç ve amaçlarına göre
dönüştürdükleri görülmüştür. Bu sakıncaları ortadan kaldırmak amacıyla bazı toplumlarda
insan hafızasına ağırlık ve önem verilmiş, haberlerin ezberletilmesi yolu seçilmiştir. Örneğin,
İnkaların ülkesi olan Peru’da haberlerin ezberlenerek ulaştırıldığı, habercilerin buluştuğu
haber konaklarının bulunduğu, birbirleriyle bir konakta buluşan habercilerin birlikte diğer
konağa koşana dek haberleri ezberledikleri, tarihi bir gerçektir.
Yazının icadına kadar bu şekilde biçimlenen doğrudan doğruya haberleşme eylemi,
yazının icadından sonra dolaylı haberleşme şekline dönüşmüş, insanlar arasındaki sosyal
ilişkilerin içeriği değişmiş, bu ilişkiler daha karmaşık bir durum kazanmış, yazı haberin
kaynağına dönebilmeyi sağlayan sağlıklı bir araç olmuştur.
Yazının icadından sonra haberleşme eylemi de birçok aşama geçirmiş, daha ileri
toplumlarda uygarlığın evrimine paralel bir gelişim göstererek önce basını, sonra da teknik,
ekonomik, sosyal, hukuki ve kültürel olanaklardan yararlanarak, çağdaş basını oluşturmuştur.
1.1. İlk Çağ’da Haberleşme
İlk Çağ haberleşmesinde karşımıza gazetelerin ataları sayılan elle yazılan duvar
gazeteleri çıkmaktadır;
İsrail tarihçisi Flavius Josephe, Babilonyalılarda kamu ile ilgili olayları günü gününe
yazan vakanüvislerden ve bunları duvar gazetesi halinde şehrin çeşitli yerlerine asan
görevlilerden söz etmektedir. Flavius’a göre bu duvar gazeteleri sonradan fırınlanmış çamur
tabletler olup bu tabletlere doğal ve sosyal olaylar kaydedilmiştir.
Louvre Müzesi’nde saklı bazı Mısır papirüslerinden, İsa’dan 1750 yıl önce III.
Thoutmes’in bakanlarından birinin bir gazetede çıkan yazıyı tekzip ettiği anlaşılmaktadır.
Başka bir papirüs, Firavun Amarsis’in gazetelerin taşlamalarına dayanamayıp kahrından
öldüğünü yazmaktadır. Türen Müzesindeki bir diğer papirüste III. Ramses’e hücum eden
gazetelerden söz edilmektedir. Çinlilerin 4000 yıl öncesinden beri bir çeşit gazeteye sahip
oldukları Voltaire tarafından iddia edilmektedir.
Eski Yunan sitelerinde günlük olaylarla ilgili haberleşmenin nasıl yapıldığı hakkında
kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Agora denilen meydanlarda öğrenilen haberleri halka
bağırarak bildiren ve bunların tartışmasını yapan görevlilerin varlığı bilinmektedir. Bu
sitelerde tarihi olayların yazıldığı Oriler ile günlük olayların yazıldığı Efimeritler ilkel gazete
niteliğindedir. Atina’da Solon, Sparta’da Lykurgos yasalarıyla tanrılara sövülmesi
yasaklanmış, ahlaka, dine ve siteye zarar verici nitelikte yayın yapanlara cezalar
uygulanmıştır.
Eski Roma’da bir yıllık olaylar rahipler tarafından beyaz levhalar üzerine yazılır, sonra
bu yıllıklar başrahip tarafından tapınağın duvarlarına asılarak halka duyurulurdu. Ancak Roma
İmparatorluğu genişleyince bu yıllıklar ve levha usulü, ihtiyacı karşılayamaz olmuş,
eyaletlerde yaşayan insanları da aydınlatma zorunluluğu duyulmuştur.
 Julius Sezar zamanında (M.Ö. 100-44) imparatorluk ölçüsünde bir kamuoyu
yaratmak amacıyla Senato oturumlarına ait tutanakların (Acta Senatus) adıyla
yayımlanması emredilmiş, böylece siyasal olaylar ve haberlerin halka
duyurulması yolu açılmıştır.
 Bir süre sonra gayet çabuk bir gelişme olmuş, bu günkü resmi gazetelerin ilk şekli
olan (Acta Publica) adlı bir sayfalık bültenler ortaya çıkmıştır. Sezar’ın
Konsüllüğü zamanında (Acta Urbis) ve (Acta Urbana) adında bir çeşit resmi
gazete yayımlanmıştır.
 M.Ö. 59 yıllarında yine Sezar’ın buyruğuyla halkı ilgilendiren günlük önemli
olayları kapsayan (Acta Diurna) adıyla bildiriler yayımlandığına dair kesin
bilgiler mevcuttur. Elle yazılan bu bültenlerde önemli sosyal ve siyasal olaylar,
evlenmeler, iflaslar, idamlar, cenaze törenleri, yangınlar, çok yaşayanlar,
seçimler, plebisit ve kamuoyunu ilgilendiren anlaşmalar, kanunlar ve yabancı
devletlerle yapılan ittifaklar, denizcilikle ve askeri savunma ile ilgili konular yer
aldığı gibi, bir göktaşının düşmesi ve ya benzeri afetlerden spor gösterilerine,
gladyatör oyunlarına, ikiz ve ya üçüz doğuranlara kadar çeşitli günlük olaylarla
ilgili haberlere de değiniliyordu. Acta Diurna’daki haberleri toplayan özel
görevliler vardı. Toplanan haberler de yetkili makamların resmen verdiği bilgilere
dayanıyordu.
Bir çeşit duvar gazetesi olan Acta Diurna’lar halkın görebileceği şekilde, kentin belli
başlı yerlerine asılıyor, evlere gönderiliyor, diğer eyaletlere yollanıyordu. Ayrıca gerektiğinde
başvurulmak üzere, tarih sırasıyla koleksiyonları yapılarak saklanıyordu. Acta Diurna’lar bu
günkü gazetelerin atası sayılmaktadır. Bu bakımdan genel anlamda haberleşme sanatını
düzenleyenlerin Romalılar olduğunu söyleyebiliriz.
Bunlardan sonra Epistolier denilen, resmi veya yarı resmi mektup yazarları ortaya
çıkmıştır. Bunlar haberleri önce yazıyor, iletiyor, bazen de mektuplarında nükteli fıkralar
anlatıyorlardı. İlkel olmakla birlikte Epistolier’ler gazeteciliğin her türünü yaratmışlardır.
Bunlar bazen övücü, bazen yerici yazılar yazmışlar, bazen de sadece haber vermekle
yetinmişlerdir.
Acta Senatus’ler, Roma İmparatoru Tiberius (M.S. 14–37) zamanına kadar devam
etmiştir. Tiberius şüpheci ve evhamlı olduğundan senatoda konuşulanların halk tarafından
öğrenilmesini sakıncalı görmüş ve bu yayınları durdurmuştur.
Acta Diurna’lar ise Roma’nın Cermenler tarafından istilasına kadar birkaç yüzyıl yayımlanmıştır.
1.2. Orta Çağ’da Haberleşme
Orta Çağ’da düzenli haber yayan ve gazete niteliğinde olan bir yayının Çin’de
yapıldığını tarihsel belgelerden öğreniyoruz. Dünyanın en eski gazetesinin M.S. 911. yıllarda
Pekin kentinde kurulan ve günümüze kadar yıllardır yayımını sürdüren (King Pao) gazetesi
olduğu eskiden beri savunulmaktadır. Aynı tarihlerde Avrupa kıtasında böyle bir yayın
organından söz edilmemektedir.
Çin’de yayımlanan bu en eksi gazetenin geçirdiği aşamalar hakkında, Ensyclopaedia
Britanica’da ilginç bilgiler vardır.(sh.235) Bu bilgilere göre, özel görevlilerce çıkarılan, bir
nevi saray bildirisi olan bu ilk gazete, rapor anlamına gelen Pao adını taşıyordu.
İlk Çağ’da Yunan sitelerinde ve özellikle Roma İmparatorluğu döneminde yazılı haber
bültenleri olmasına rağmen Orta Çağ Avrupa’sında yazılı haber yerine, çevresi sularla çevrili
kentler ve şatolar arasında haber taşıyan sözlü haberciler vardır. Bu dönemde haber taşıma işi
önceleri gezgin saz şairleri ve gezgin satıcılar tarafından yapılmaktadır. Bunlar öğrendikleri
haberleri, hatta dedikoduları başka kentlere ve şatolara ulaştırmaktaydılar.
Artık büyük ve merkezi imparatorluklar yıkılmış, yerlerine küçük derebeylikler
kurulmuştur. Orta Çağ’da devlet idaresinin temelleri, derebeylik sistemine dayanmaktaydılar.
Hür düşüncenin yerini taassubun alması sonucu bazı okullar kapatılmış, okuma yazma
bilenlerin sayısı azalmıştır. Yalnız halk değil, senyörler bile okuma yazma bilmekten
yoksundur. Örneğin, Şarlken bile okuma yazmayı, imparator olduktan sonra sarayında
çocuklar için açtırdığı okulda öğrenmiştir. Bu nedenle, İlk Çağ’da Yunanistan’da, özellikle
Roma’da düzenli haber bültenleri mevcut olduğu hâlde, Orta Çağ’da düzenli ve yazılı haber
bültenlerine pek rastlanmamaktadır.
Orta Çağ’da Haber Mektupları
İşte bu koşullar altında ilk haberleşme, haber mektupları ile başlamıştır. Batıda basın
tarihinin gerçek başlangıcı XIII. Yüzyılda Nouvelle A La Main (Elde dolaştırılan haber)
denen, küçük haber mektuplarının ortaya çıkışıyla olmuştur. Artık Avrupa’da yaşayan
insanlar olup bitenleri öğrenmek, fikir, sanat ve ticaret çevrelerinde geçen olayları haber
almak ihtiyacını duymaya başlamışlardır. Bu arzu ve ihtiyaç, yeni bazı müesseselerin
doğmasına olanak sağlamıştır. Haber mektupları da bunlardan biridir. Bu bakımdan haber
mektupları gazetenin öncüleridir. Haber mektupları sosyal, siyasal, ticari ve ekonomik
nedenlerle uyanan merakın etkisiyle doğmuş belgelerdir. O zaman bu mektuplar Venedik’te
hükümetin emriyle yazılıyor, kopyaları memleketin çeşitli bölgelerine gönderiliyordu.
İlk haber mektuplarının ne zaman yazıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Ülkeler arası
ticaret yapanlar, savaşlar hakkında bilgi almak isteyen devlet adamları, din ve sanat
hareketlerini izleyen kilise görevlileriyle, aydınlar, haber mektuplarının doğmasında etkili
olmuştur.
Gazetenin öncüleri sayılabilecek ilk örnek, elle yazılan haber mektuplarıdır. Politik,
ticari bilgileri kapsayan bu mektuplar, Orta Çağ’ın sonlarına doğru, özellikle büyük ticari
kuruluşların çeşitli dallarında çalışanlar arasında elden ele dolaşmıştır.
Haber mektuplarının XII. ve XIII. Yüzyıllarda önemli bir ticaret ve kültür merkezi olan
Venedik’te doğduğu, Müslüman ve Hıristiyan ordularının çarpıştığı İspanya’da rağbet
gördüğü bilinmektedir. Ancak el yazması haber mektupları en çok Almanya ve İtalya’da
önem kazanmıştır. Bu iki ülkede, asiller ve zenginler haber mektuplarına yüksek ücretler ödüyorlardı.
Bu haber mektuplarının örneklerinden biri, Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki
Osmanlı-Venedik Savaşları sırasında yazılan ve savaş haberlerini veren Venedik
mektuplarıdır.(1536)
Haber mektuplarını hazırlayıp satanların özel habercileri, yazıcıları, dağıtıcıları vardı.
Venedik’te özellikle Avvisi adı verilen haber mektupları bir ticaret konusu haline gelmişti.
1440 yıllarında matbaanın icadı, haber mektuplarının geniş ölçüde yayılmasına ve
çoğalmasına olanak sağlamıştır. Bu nedenle XV. Yüzyıldan sonra basılı haber mektupları
ortaya çıkmıştır.
Basma haber mektuplarıyla birlikte, resmi makamların bunları denetlemesi söz konusu
olmuş, bu suretle ilk sansür diyebileceğimiz bir denetim ortaya çıkmıştır. Sansürün kolu el
yazması haber mektuplarına yetişemediğinden bu tür mektuplar değer kazanıyor ve çok pahalı
satılıyordu. Basma haber mektupları çok ucuz satıldığı halde, yazılı haber mektuplarının satışı
ile rekabet edemiyor ve onları ortadan kaldıramıyordu.
İtalya’da, özellikle Venedik’te Avvisi adı verilen haber mektuplarının alınıp satılması
bir ticaret konusu haline gelmiştir. Avvisi’ler Gazzetta denen bakırdan, en küçük Venedik
parası karşılığında satıldığından, sonraları haber toplayan ve bu haberleri yayan basın
ürünlerine Gazete denmiştir.Basılı haber mektuplarının geliştirilmesi sonucu gazete
doğmuştur. Ancak bu uzun bir evrimin sonucunda gerçekleşebilmiştir. Haber mektupları
gelişigüzel zamanlarda yayımlandığı, her hangi bir düzene tabi olmadan yazıldığı, sadece
basit haberler verdiği, bir yorumdan yoksun olduğu için bunları gazete olarak nitelendirmek
mümkün değildir.
Haber Kitabı veya Haber Broşürleri
Öncü yayınların bir başka türü de baskı makinesinin icadından sonra ortaya çıkan haber
kitabı veya haber broşürüdür. Haber broşürleri, ister politik, ister skandal, ister şaşırtıcı
nitelikte bir konuyu içersin, genellikle bir tek olayı anlatan haber araçlarıdır. Bunun ilk örneği
ise, İngiltere’de Richard Faukes tarafından dört yaprak halinde yayımlanan The True
Encounter (gerçek savaş)’ dir. Flodden savaşında görgü tanığı olarak bulunan Faukes, savaşta
yararlık gösteren İngilizlerle ilgili konuları, savaşı izleyen 1513 yılında broşür halinde
yayımlamıştır. Daha sonraları bu tür yayınlar çoğalmıştır.
1.3. Basını Oluşturan Teknik Olanaklar
Basının gelişmesinde, bazı önemli teknik olanakların sağlanması çok büyük rol
oynamıştır. Bu teknik olanaklar ise sırasıyla; yazının icadı, kâğıdın icadı ve matbaanın icadıdır.
1.3.1. Yazının İcadı
Yazı, düşüncelerimizi, duygularımızı, isteklerimizi başkalarına iletmek ya da
unutulmaktan kurtarmak için kullanılan işaretler sistemidir.
Yazı sayesinde düşünce ve söz maddi şekil kazanmış, bir kişiden diğerine ulaştırma
olanağına kavuşmuştur. Yazının icadıyla düşünce ölümsüzleşmiş, unutulmaktan, hafızalarda
silinip kaybolmaktan kurtulmuştur. Yazı, olayları resimlerle anlatmak; yani bir haberi
başkalarına iletmek isteğinden doğmuştur.
İnsanlık tarihi yazının icadı ile başlar ve bu araç ile bilgi “toplanabilir, iletilebilir,
saklanabilir” hale gelir. Beş bin yıl sonra matbaanın icadı ile biriken bilginin “yayılması”
gerçekleşir. Bilginin “işlenmesi” için ise beş yüzyıl daha beklenecek, bilgisayarın icadı
gerekecektir.
Yazı ve matbaadan sonraki dünyalar, bir öncesine hiçbir şekilde benzemez ve bu
süreçte toplumdaki değer ölçüleri, sosyal ve politik yapı, sanat, edebiyat, mimarlık vb. bütün
temel kurumlar, geri dönülmeyecek şekilde değişir. Tıpkı, bilgisayarın icadından sonraki
dünyanın, bir önceki dünyaya benzemeyeceği gibi…
İlkyazı benzeri işaretler için İ.Ö. 8000 yıllarına kadar iniliyorsa da yazının icadında İ.Ö.
3500 yılları genel olarak kabul gören tezdir.
Çağımızdan sekiz bin yıl önce Mısır’da önce Cilalı Taş, sonra da Bronz Çağı
uygarlıkları kurulmuş, bu uygarlıklar resim-yazı’nın tipik örneklerini icat etmişlerdir.
Mısırlılarla çağdaş olan Sümerler yazı için ince kilden yapılmış levhalar kullanmışlar,
heceleri belirten işaretlerden yararlanarak resim-yazıdan, şekil-yazıya geçmişlerdir.
Sümerlerin bu yazısına çivi yazısı denir. Yazı önce demir çubuklarla kil tabletler üzerine
yazılıyor, daha sonra bu tabletler fırında pişiriliyordu. Sümerlerin çivi yazısını daha sonra
Akadlar ve Babilliler öğrenmişler ve bu yazı bütün Önasya kavimlerince benimsenmiştir
Mısır hiyeroglifleri
Mısırlıların Hiyeroglifi de buna benzer değişikliklere uğramıştır. Daha sonraki çağların
alfabeleri Sümerlerin çivi yazısı ile Mısırlıların Hiyeroglif yazısının karışımından oluşmuştur.
Yunan, İbrani, Arap, Habeş, Arami, İran, Uygur, Hint yazıları gibi…
Kadeş Antlaşması'nın bir parçası. MÖ XIII. yüzyıla ait bu anlaşma, dünyanın bilinen ilk yazılı
barış antlaşmasıdır.
Alfabenin evrimi ve bugün kullandığımız Latin alfabesine ulaşılması ise, Semitik bir ırk
olan Fenikeliler’in, Sümerler’in yazı sistemi üzerine geliştirdiği sembollere dayanır.
Mezopotamya’nın kuzey batısında ve bugünkü Lübnan çevresinde yaşayan deniz ticaret ile
ünlü Fenikeliler İÖ 2. milenyumda Fenike (Semitik) alfabesini icat etmişlerdir.
Afrika-Asya dil grubunun bir parçası olan Semitik Fenike dili, ticaret rüzgârlarını
arkasına alarak batıya doğru uzanmıştır. O dönemin en önemli ticaret merkezi olan
Akdeniz’de, Fenike alfabesi Yunan uygarlığına ulaşmıştır. Yunan Alfabesi ise belli bir
süreçten geçerek İÖ 1000 – 900 yıllarında son şeklini almıştır. Alfabeye Yunanlıların en
önemli katkısı ünlü (sesli) harfleri de alfabenin içine almaları olmuş ve bugünkü yazı
sisteminin temelini oluşturmuştur.
Romalılar ise Yunan Alfabesini, Yunan kültürü ile birlikte almışlardır (En fazla
yaptıkları mitolojik tanrı adlarını değiştirerek, Afrodit’e Venüs, Zeus’a Jupiter demişlerdir).
Etrüskler tarafından geliştirilen 26 karakterli sistemden, bir evrimle 21 karakterli Latin
alfabesi, İÖ birinci yüzyılda son şeklini almıştır. Latin alfabesi ortaçağların sonuna kadar,
Avrupa’nın tek ortak alfabesi olmuş ve tüm tıp, hukuk, fen ve güzel sanatlar Latin alfabesi ile
yazılmıştır. Ancak, el yazması ile çoğaltma dışında bir mekanizma olmayışı, bilginin
yayılmasını engellemiş ve bilim, din ve saray çevresinde kalmıştır.
1.3.2. Kâğıdın İcadı
Basının başlıca hammaddesi kâğıttır. Kâğıt, üzerine yazı yazmak, resim, işaret ve
şekiller yapmak amacıyla, türlü bitkisel maddelerden imal edilen ince bir yüzeydir. Kâğıdın
kullanıldığı alanlar sayılamayacak kadar çoktur. Ancak en önemli kullanım alanı basındır.
Kâğıt, düşünceleri yazı haline kaymakla başlayan uygarlıkların yeryüzündeki yayılışında en
önemli etken olmuştur.
Kağıdın ilkel şekli Papirüs’tür. Eski Mısırlılar MÖ 2000 yılından itibaren “Cyperus
Papyrus” denen kamış cinsi bitkiden, üzerine resim-yazı yazılan ince tabakalar yapmışlardır.
Papirüs kağıdı devrini, Batı Anadolu’daki Bergama şehri uygarlığının bir ürünü olan
Parşömen izlemiştir. Pergament veya parşömen, hayvan derilerinin terbiye edilmesi,
parlatılması ve mürekkep kabul edecek hale getirilmesiyle elde edilen bir yazı malzemesidir.
Orijinal parşömen
(Büyük İskender’in ölümünden sonra kurulan Ptolemaios Hanedanı döneminde Mısır’dan dışarı
papirüs çıkartılması yasaklanınca, Bergama kütüphanesine yeni kitaplar kazandırmak isteyen
kral II. Eumenes’in emriyle Bergamalı ustalar tarafından Papirüs’ün yerine kullanılabilecek
malzeme olarak icat edilmiştir.)
Bugünkü anlamda ilk kâğıt, İsa’dan 200 yıl önce Çin’de görülmüştür. Keten ve
pamuklu paçavralar ıslatılıp önce hamur haline getiriliyor, özel bir dibekte iyice dövüldükten
sonra keçeler arasına yayılıp kurutularak bir nevi kâğıt elde ediliyordu.
Kâğıdın diğer uluslar tarafından öğrenilip yapılmasına ancak VII. yüzyılda başlanabilmiştir.
Özellikle matbaanın icadı ile birlikte kâğıda olan ihtiyaç gittikçe büyüdü. Yeterli ham madde bulmakta
zorlanıldı. Kâğıt yapımı için başka ham maddeler arandı ve ilk maddesi odun olan kâğıt bulundu.
İlk kâğıt makinesi 1798 yılında yapıldı. Ancak bu geniş bir kayışın dönerek fıçıdaki lapayı aldığı ve
ince kâğıt haline getirdiği, her dönüşte tek bir kâğıt
yapabilen basit bir makine idi. Silindirli makine çok geçmeden 1809 yılında John Dickinson
tarafından icat edildi.
Günümüzde kâğıt üretimi yüksek teknoloji ile ve tam otomatik olarak yapılabilmektedir
;ama işlemin aslı esas olarak değişmemiştir. Kâğıtların arasındaki kalite farkını kullanılan lifin
türü, lapanın hazırlanışı, içine katılan malzemeler, kimyasal veya mekanik metotlar belirler.
Her ne kadar liflerin elde edilmesinde ağaçlar ana kaynak ise de özellik taşıyan kâğıtların
yapılmasında günümüzde sentetik lifler de kullanılmaktadır.
1.3.3. Matbaanın İcadı
Matbaanın icadı, basın ve yayın tarihi yönünden olduğu kadar, uygarlık tarihi yönünden
de çok önemli bir olaydır. Bu sayede insanlık derin bir uykudan uyanmış, siyasal ve sosyal
alanda yeni bir dönem başlamıştır. Tüm insanlığın uyanıp aydınlanması, bilim ve sanat
eserlerinin tüm dünyaya yayılması, matbaa sayesinde olmuş, insanlar cehaletin korkunç
ağırlığından sıyrılarak daha aydın hedeflere yönelmişlerdir.
Matbaanın İcadından Önceki Baskı Yöntemleri
Basım, el veya makineyle basınçta bulunmak, bir veya birkaç renkte mürekkep veya
boya kullanmak yoluyla yüzeylerin üzerine suret çıkarmak ve bunları çoğaltmak sanatıdır.
Baskı işinde kullanılan yüzeyler kâğıt, karton, deri, madeni levha, muşamba olabileceği
gibi suretler de yazı, şekil, resim, harita vb. olabilir.
Matbaanın icadından çok önce bazı ülkelerde mekanik baskı ve çoğaltma usulleri
kullanılmakta olduğundan, basımın evrimini buna göre dönemlere ayırmak gerekmektedir. Bu dönemler ise;
 Damga dönemi
 Blok dönemi
 Müteharrik harf dönemi
Daha sonra XV. yüzyılda Gutenberg’in matbaayı icadıyla, modern basım döneminin temelleri atılmıştır.
Damga Dönemi
Yazının ortaya çıkışıyla Mezopotamya’da (Sümer, Elam, Akad), eski Mısır’da, Girit,
Anadolu, Hitit, Çin ve Hint sitelerinde kil, taş ve maden diskler kullanılmıştır. Bunlar önce
papirüslere, daha sonra hayvan derisinden yapılmış parşömenlere basılarak meydana
getirmiştir. Ayrıca, ağaçtan ve madenden yapılmış aletlerle tuğlalar oyularak damgalar
meydana getirildiği, tuğlalar üzerine yazı yazmakta damga sisteminden yararlanıldığı
saptanmıştır. Ninova’da 1842’de yapılan kazılarda (MÖ VII. yy.) oyulduktan sonra pişirilmiş
tuğlalardan oluşan kitaplık bulunmuştur.
Hayvancılıkla geçinen göçebe kabilelerin kullandıkları damgaları da bunlar arasına
katmak mümkündür. O dönemde her oymak hayvanlarını kendi damgasıyla dağlardı. Bazı
Türkologlar Göktürk yazıtlarındaki alfabenin bu hayvan damgalarının geliştirilmesinden
oluştuğunu ileri sürmektedirler. Üzerinde yazı bulunan damgalar zamanımızda da
kullanılmaktadır. Resmi mühürler, soğuk damgalar, imza mühürleri gibi…
Blok Dönemi (Krilografi)
Bloklar, yani tahta kalıplarla basma ve çoğaltma yapma, genellikle kâğıdın icadından
sonra görülen bir basım şeklidir. Basılacak yazılar önce bir tahta plakanın üzerine kazılıyor,
sonra da mürekkeplenerek kâğıda basılıyordu. Bu tür baskı, basım tarihinin ilk bölümünü
oluşturmaktadır.
Blok baskı denen bu sistemin esası, basılacak harflerin veya şekillerin, ayrı ayrı
kesilmiş bir halde düzenlenmeden, tek parça olarak bir yüzey üzerine kazılmasıdır.
Çoğaltılacak olan bir metin önce bir veya birçok tahta, fildişi ya da madeni levha üzerine
negatif olarak kazınmakta, bugünkü klişeyi andıran bu negatif bloktan da daha sonra pozitif
kopyalar yapılmaktadır.
Bütün eski uluslar, mühür tarzındaki bu baskı sistemini biliyorlardı. Blok baskı denen
bu sistem, asıl baskıdan teknik yönden farklıdır. Gerçek baskı sisteminde her işaret veya harf
için ayrı ve özel bir negatif kullanılmaktadır.
Blok baskı tekniği ile kitap basımı MS 600 yılından sonra Çin’de, 770 yılından sonra da
Japonya’da yapılmıştır. Blok baskılı en eski kitap, 1900 yılında Çin Türkistan’ının Kansu
ilinde bulunmuştur. Bu kitabın 11 Mayıs 868 tarihinde Wang Chieh tarafından basılmış
olduğu üzerindeki yazıdan anlaşılmaktadır.
Kâğıt yapma sanatı Araplar kanalıyla Avrupa’ya geçince, XIII. yüzyıldan itibaren
Avrupa’da kazılı tahta kalıplarla basım başlamıştır. Bu teknikle her sayfa ayrı ayrı tahta
kalıplara kazınmakta, sonra kâğıda basılmakta, kâğıtlar bir araya getirilerek ciltlenip kitap
oluşturulmaktaydı.
Avrupa’da bu teknikle basıldığı bilinen ilk eser XIV. yüzyılda Hollandalı Laurens
Coster tarafından basılmış olan sekiz sayfalık bir kitaptır.
Müteharrik(Oynar) Harf Dönemi
İlk müteharrik (oynar) harfler tahtadan yapılmıştır. Bu tekniği ilk uygulayanlar IX.
yüzyılda Uygurlar olmuştur. Bu tekniği Çinliler geliştirmişler ve 1041–1049 yıllarında Pi-
Sheeng adlı bir demirci, demirden oynar harflerle ilk baskıyı yapmıştır. Ancak Çin harflerinin
sayısı çok fazla olduğu için (50.000 kadar), bu yeni teknik, eski blok sistemini ve el
yazmacılığını ortadan kaldıramamıştır.
Çeşitli araştırmalar sonunda birçok Uygur el yazısı bulunmuştur. Bunların çoğu kâğıt
üzerine Uygurlara has, sade alfabe ile yazılmıştır.
Ayrıca Çin’in batı eyaleti Kan-Su’da Tun-Huang mevkii yakınında üstü duvarla örtülü
bir mağara bulunmuştur. Arkeolog H. Bossert’e göre, bu mağarada tahtadan yapılmış birkaç
Uygur matbaa harfi bulunması çok önemlidir. 1209 yılında Cengiz istilası dolayısıyla bu
mağara hazinesine duvar çekildiği sanılmaktadır. Eğer durum böyle ise, burada bulunan
matbaa harflerinin 1209 yılından daha öncesine ait olması gerekmektedir.
Mağarada Uygur el yazıları yanında, tarihleri kesin olarak VIII. yüzyıldan X. yüzyıl
sonuna kadar giden bir hayli Çince kitabeler de bulunmuştur. Bu suretle mağaradaki Uygur
eserlerinin ve bunlar arasındaki tahtadan Uygur matbaa harflerinin X. yüzyıldan biraz daha
önceki döneme ait olduğu anlaşılmaktadır.
Böylelikle hem Çinli demirci Pi-Sheng’in maden harflerine takaddüm eden tahta
harflerin, hem de alfabenin Uygurların malı olduğu ortaya çıkmakta ve Uygur Türklerinin IX.
yüzyılda matbaayı tanıdıkları ve bu konuda Çinlilere aktardığı ispatlanmış olmaktadır. Ancak
Çinliler bu sistemi XI. yüzyılda geliştirmişler ve tahta harfler yerine maden harfler
kullanmışlardır.
Yine Prof. Helmouth Bossert’in tezine göre, daha sonra Moğollar Uygur kültürünü
aldıklarından, Moğolların 1241’de Almanya’yı istilaları sırasında beraberlerinde basılı
kitaplar getirdikleri ve Ortaçağ Almanya’sına baskı sanatının ürünlerini gösterdikleri, tahta
kalıplarla baskı tekniğini Almanlara öğrettikleri anlaşılmaktadır. Ancak Gutenberg’in icadına kadar
geçen 200 yıllık zaman bu baskı tekniğinin biraz daha olgunlaştırılmasını sağlamıştır.
Böylece IX. yüzyıl Uygur baskı sanatıyla XV. yüzyıl Alman baskı sanatı arasında bir ilişki
kurulmaktadır. Uygurlar, baskı sanatını bilmelerini gerektiren üç niteliğe sahiptiler. Çünkü:
 Uygurların bir alfabeleri vardı.
 Uygurlar kâğıdı tanıyorlardı.
 Uygurlar çok sayıda el yazması kitap
meydana getirdiklerinden, o zamanki baskı için bir hayli nüsha basımını koruyacak
kadar, ekonomik güce sahiptiler.
Johann Gutenberg
Bugünkü anlamıyla oynar maden harflerle dizginin yapılması ve baskı makinesinin
icadı şerefini, İtalyanlar Milanolu Pam-Filio Castaldi’ye, Hollandalılar Haarlemli Laurence
Coster’e maletmek isterler. Fakat bu şeref, 1400’de basım sanatının beşiği olarak kabul edilen
Almanya’nın Mainz şehrinde doğan ve 1440’da modern basımın temelini atmış olan Alman
Johann Gutenberg’e aittir.
Rhen Nehri kıyısındaki Mainz şehrinde doğan Alman asıllı Johann Gutenberg 1436
yılında şehirde çıkan bir isyan üzerine ailesiyle birlikte Strasburg’a kaçmıştır. Babasının
ölümü üzerine hayatını kazanmak için bir kuyumcunun yayında oyma işlerinde çalışmaya
mecbur kalmıştı. Kuyumculuktan eline az para geçtiğinden, kafasında doğan ve insanların
hayatına yeni bir yön veren fikirlerini uygulama alanına koymak için olanaklar arıyordu.
Kafasındaki fikir, ayrı ayrı harf şekillerini yan yana getirerek sayfa yapmak, bu sayfayı
bastıktan sonra dağıtılacak harfleri yeni sayfanın düzeninde tekrar kullanmaktı. İşte bu
kuyumcu çırağı bugün çok basit görünen bu fikri ile matbaacılığın esasını keşfetmiştir.
Gutenberg bu buluşunu uygulama alanına koymak için çok sıkıntı çekmiştir. Bu işi
gerçekleştirmek amacıyla Strasburg şehrinde üç ortaklı bir şirket kurmuştu. Gutenberg ve
ortakları şehir dışındaki boş bir manastırda çalışmalarına başlamışlar, önce harflerin
kalıplarını hazırlamışlar, bu kalıplara göre demirden harfler dökmüşlerdir. Fakat demir harfler
çok sert olup kâğıdı deldiğinden, bunu önlemeyi düşünmüşler ve daha yumuşak bir maden
olan kurşun harflere yönelmişlerdir. Ancak kurşun çok yumuşak olduğundan baskıya
dayanıklı görülmemiştir.
Çalışmalar bu şekilde gelişirken ortaklardan biri ölmüş, bunun yerine gelen mirasçı,
Gutenberg’i gizli çalışmalarla suçlayarak mahkemeden şirketin feshi kararını almıştır. Bu
nedenle Gutenberg’in bütün emekleri boşa gitmiş ve araçları elinden alındığından Mainz
şehrine dönmek zorunda kalmıştır. Burada zengin bir kuyumcu olan Johann Faust’u tanımış,
Faust’un damadı olan el yazmaları üstadı Peter Shöffer ile birlikte üçlü, yeni bir şirket daha
kurmuştur.
Bu kez kurşuna antimuan karıştırarak, kurşundan daha sert ve demirden daha yumuşak
bir karışım meydana getirmişlerdir. Basım sanayinin kuruluş esprisi böylece gerçekleşmiştir.
Taneler halinde harfler dökülüyor, baskı deneyleri olumlu sonuçlar veriyordu.
Ancak ortaklar arasında yine anlaşmazlık başlamış, sermaye sahipleri Gutenberg’i
ekarte etmek ve bütün kazanca sahip olmak istemişlerdir. Bu maksatla işe yatırdıkları paraları
geri istemişler, Gutenberg parayı iade edemediğinden, mahkemeye başvurarak elinden
araçlarını almışlardır.
Bundan sonra, tarihteki diğer mucitler gibi Gutenberg’in hayatı da yoksulluk içinde
geçmiş, 1468 yılında 68 yaşında ölmüştür.
Gutenberg ilk eserini 1440’da basmıştır. Bu basımda kullanılan harfler basit karakterli gotik harflerdir.
1.4. Yeni Çağ’da Basın Yayın Hareketleri
1.4.1. Matbaanın İcadıyla Değişen Avrupa

Matbaa kısa zamanda gezici Alman basım ustaları aracılığıyla bütün Avrupa kentlerine
yayılmıştır. Bu yayılma sonucu çok sayıda İncil basılmış ve o günün insanı tarafından bu
kitaplar aranır ve satın alınır olmuştur.
Halkın din kitaplarına karşı gösterdiği bu büyük ilgi ve istek sonucu Katolik kilisesi
yavaş yavaş sarsılmaya başlamış, din sorunlarından ortaya çıkan anlaşmazlıklar, din
savaşlarının başlamasına neden olmuştur. Tarihte, “reform” adıyla nitelendirilen, dinde
yenilik hareketleri basım sanatı sayesinde büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır.