-

| 0 yorum ]
Sponsorlu Bağlantılar

KADININ TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ (SOSYAL HAKLARI, SİYASİ HAKLARI)

Türk toplumunda kadının saygın bir yeri vardır. Orta Asya'da kurulan ilk Türk devletlerinde kadın ve erkek eşit haklara sahipti. Devlet yönetiminde, hakanların yanında hatun adı verilen eşleri de söz sahibiydi. Kadınlar ata binip ok atar, top oynar, güreş gibi ağır sporlar yapar ve savaşlara katılırlardı. Toplumda tek eşlilik prensibine bağlı kalınır, ev eşlerin ortak malı sayılırdı. Namus ve iffete büyük bir önem verilirdi. Osmanlı Devleti Dönemi'nde kadın haklarında gerileme oldu. Kadınlar evlenme, boşanma, miras ve eğitim işlerinde pek çok haklarını kaybettiler. Bununla birlikte köylerde ve kasabalarda yaşayan kadınlar, her alanda eşlerine destek oluyordu. Kurtuluş Savaşı yıllarında, erkeği cepheye giden Türk Kadını, çocuğunu yetiştirmiş ve evinin geçimini sağlamıştır. Hatta silâh ve cephane taşıyarak savaşa katılmıştır. Bu davranışı ile Türk Kadını, Türk toplumundaki önemli yerini bir defa daha ispat etmiştir. Atatürk, kadınlarımızın medenî, siyasal ve sosyal haklarına kavuşması gerektiğine inanıyordu. Türk kadınının bu durumunu Atatürk şu sözü en güzel şekilde ifade eder: "... Dünyada hiçbir milletin kadını, ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu Kadını kadar gayret gösterdim diyemez". Türk toplumunda ailenin, ailenin içinde de kadının yeri ve önemi büyüktür. Türkiye'de aile çağdaş hukuk anlayışına uygun olarak medenî kanun esaslarına göre kurulmuştur. Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir. Kadın erkek eşitliğinin sağlanması, toplumsal uzlaşmanın en önemli şartlarından birisidir. Ailenin toplumdaki yerini ve önemini Atatürk şu sözü ile açıklar: "Medeniyetin esası, ilerlemenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta yozlaşma, muhakkak sosyal, ekonomik ve siyasî bozulmaya sebep olur. Kadının Sosyal ve Siyasî Haklarını Kazanması Atatürk, kadının erkekle birlikte öğrenim yapması, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatta onlarla birlikte görev alması görüşünü benimsemiş ve savunmuştur. Atatürk Dönemi'nde Türk kadını aile kurma, eğitim yapma ve istediği mesleği seçme hak ve özgürlüğü gibi sosyal haklar kazanmıştır. Türk ailesinin kuruluşunu yeniden düzenleyen Türk Medenî Kanunu'nun kabul edilmesiyle, toplumsal ve ekonomik hayatta kadın erkek eşitliği sağlanmıştı. Burada kadınların siyasî haklarından söz edilmemekteydi. Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yerleşebilmesi için, kadınlarımıza siyasî hakların verilmesi gerekiyordu. Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasında görevini fazlasıyla yapmış olan Türk kadını, ülke yönetimine de katılmalıydı. Medenî kanun ile kazanılan haklardan sonra Türk kadınına yönetimde görev alabilmesini sağlayan siyasî haklar 1930'dan itibaren verilmeye başlandı. Önce 1930'da kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı. Türk kadını, 1933'te muhtarlık seçimlerine katılma hakkına kavuştu. Türk kadını, 1934'te yapılan anayasa değişikliği ile Avrupa ülkelerinin birçoğundan önce, milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandı. Atatürk bir konuşmasında; "Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır." demiştir. Atatürk "Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah'ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak ilim ve bilgiyi kazanmasıdır." sözü ile toplum hayatında kadının önemini belirtmiştir. Böylece, Türk kadını, modern Türk toplumunda lâyık olduğu yeri tam olarak aldı.
YARATMANIN GÜCÜ

Binlerce yıl öncesinden kalan uygarlığın esintilerinde buluruz onun köklerini. O da, bedeninin bir kısmı at olan Khiron gibi, hem bedenini hem ruhunu iyileştirmekte ve yüceltmektedir insanın. Belki de, öğretme işinin ağırlığı nedeniyle efsanelerinde bile öğretmeni bu yükü çekebilecek güçte bir varlık olan at biçiminde düşünmüş insanoğlu. Kim bilir, o zamanlar da şimdiki gibi, öğrencisi öğretmene "Eti senin kemiği benim!" diyerek teslim ediliyor, ondan yepyeni bir insan yaratmasını beklediklerini anlatmak istiyorlardı. O da, öğrencisine, bilinmezi nasıl bilebileceğini gösterecek, köşe bucak neredeyse gerçek, onun arayışına gireceklerdir birlikte, sabırla katlanılan hiç bitmeyen bilgece bir yaşamın kıyısına...
İnsanın başkası tarafından değil, kendi kendisi tarafından yetiştirilebileceğini söyleyen Sokrates de en eski öğretmenlerimizden biri olmuş. Kendi yaşamından vazgeçip, öğretmenliği bir yaşam biçimi haline getirmeyi daha o zamanlarda görüyoruz. Gençleri eğitmeye çalışırken, yani onlarla konuşurken karnını doyurmayı bile unuttuğu olur, günlerce evine uğramazmış. Bir öğretmenin, çıkarsız, kendisi için hiçbir fayda içermeyen saf içtenliğini, onların erdemli ve düşünebilen insanlar olarak yetişmesi amacını görüyoruz Sokrates’te.
Hepsinin yüreklerinde bir bahçe açabilmiş mi? Buna evet demek zor belki ama, binlerce yıl sonra, onu ölüme mahkum edenlerin inadına, bizim yetişmemizde ne kadar büyük yeri olduğu, hala adının anılıyor olmasından anlaşılabiliyor. "Oku, sorgula, araştır, kişiliğinle bütünle, ruhundaki çalkantıları, akışı gözle, ahlakla bilgini ayırma" diyerek bizimle birlikte yürüyor ve bunu bizler de her an duyumsuyoruz.
20. yüzyılda başka topraklarda da şairin dediği gibi, "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" insanlar yetiştirmek üzere Başöğretmenim, uzun zahmetli, ama çok anlamlı bir savaşımın kıvılcımını ateşe dönüştürecektir.
İnsanoğlu sonlu. Öğretmen de. Khiron, Herakles’ in okuyla yaralandığında, çektiği acılardan kurtulabilmek için sonsuzluğundan vazgeçer, ama bunu Prometheus’ a bırakarak... Öğretmen de, öğrencisinin yüreğine saldığı kıvılcımla, kendi sonluluğunu sonsuzluğa dönüştürecek ve saldığı ışığın bütün karanlıkları, kötülükleri yenmesini sağlayacaktır. Yeter ki, bizler de bu ışığı canlı tutalım...

0 yorum

Yorum Gönder